tarhlarındaki bütün çiçekler açmış, kelebekler daha çoğalmıştı. Şedit bir azimle Mediha’yı düşünmeye kalktım. Odama kapandım. Bir türlü hayalini gözümün önüne getiremedim. Sesini hatırlayamıyordum. Kalkıp Mühendis Sermet’e gitmeyi düşündüm, üşeniyordum. İçimden aklın latif sedası, “Başka işin yok mu? Behey sersem!” diyordu.
Derd-i aşkından rehâyâb olmasın
Sevmeden gönlüm seni kurtulmasın!
şarkısının bestesini bir türlü bulamıyorum. Dün yazıya oturacağım zaman masamın üstünde uzun bir kâğıt elime geçti. Baktım Mediha’yı gördüğümün ertesi günü yazmaya kalktığım mektubun müsveddesi! Oh ya Rabbi! İyi ki göndermemişim! Camsap imdada yetişmiş, vakit bulamamışım! Yoksa ne gülünç olacaktım! Benim gibi saçlı sakallı bir adamın on yedi yaşında bir züppe gibi aşk mektubu yazması ne rezalet!
Bu gülünç mektubu tekrar tekrar okuduktan sonra ruhumda üç hafta evvel tutuşan muvakkat buhranın hikâyesini çabucacık şu sayfalara yazdım. Fakat niçin ilkbahar, bu tabiatın şeytanı, beni yirmi sene evvel baştan çıkarmadı? Niçin uzun bir gençlik içinde kadına, aşka, heyecana, muhabbete yabancı yaşadım? Camsap gelince soracağım. Bakalım bunu da izah edebilecek mi?
NASIL KURTARMIŞ?
Kasaba içinde Kadı Mustafa Efendi’den hazzeden kimse yoktu!
Dört parmak, siyah, çatık kaşlarıyla; küçük parlak gözleriyle; sık, siyah sakallarının, ürpermiş, çalı bıyıklarının arasından görünen iri beyaz dişleriyle, insana hemen saldıracak, ısıracakmış gibi yüzü daima buruşuktu. Buz tutmuş sirke kadar ekşiydi, hiç gülmezdi, pek sertti. En sakin lafı bile havlar gibi hamle hamle söyler, sonra birdenbire susuverirdi. Fakat şöyle bakarken insana; yüzüyle, hareketleriyle, sözleriyle pek fena tesir bırakan bu doğru kadı kendi kalbinin çok iyi olduğuna kaniydi. Herkesin iyiliğini isterim, sanırdı. Herkesi acı sözleriyle haşlar ama elinden gelecek muaveneti de saklamamaya çalışırdı.
Sertliğine, birdenbire alevlenmesine, bazen ağzından çıkan sözü kulağının işitmemesine itiraz edenlere:
“Siz ne anlarsınız, halk beni gözü gibi sever!” derdi.
Bir cuma günü sabahleyin Şadırvan Meydanı’nda, Avukat Hüsamettin Efendi’nin dükkânında oturuyordu. Hemen kasabanın bütün eşrafı orada idi. Namaz vaktini beklemeye gelmişlerdi! “Tatlı dil, güler yüz”den bahsolunuyordu. Ömründe hiç gülmeyen Mustafa Efendi, işittiklerini hep kendine, üzerine alındı. Müdafaa için ağzını açacak oldu. Düşündü, sustu. Fakat eşraf efendiler münakaşalarında daha ileri gittiler.
Biri dedi ki:
“Yüzü gülmeyen insan cehennemliktir!”
Bir diğeri daha beter saçmaladı:
“Abus çehreli bir adamın ne namazı ne niyazı ne zekâtı ne orucu makbuldür. Kalpte iman nuru sönünce yüz kararırmış!”
(…) Hasılı hepsi ayrı ayrı birer pot kırdı. O kadar ki Mustafa Efendi dayanamadı. Tatlı dilin, güler yüzün münafıklara mahsus, doğru sözün acı, haklı adamın da sert olduğunu söyledi. Dükkân sahibi Avukat Hüsamettin Efendi aynı zamanda kasabanın şairiydi de:
“Ayinesi laftır kişinin işe bakılmaz…” diyerek kadıya itiraz etti. İnsanın fikrindeki neyse zikrinde de o olduğunu tekrar ederek iddiasını ispata girişti. Hazır bulunanların hepsi “tatlı dil, güler yüz” taraftarlığında ittifak etmiş gibiydiler. Kalbe, fiile kimsenin ehemmiyet verdiği yoktu. Bu esnada dükkânın kapısında genç bir Yörük peyda oldu. Elinde kocaman bir lenger tutuyordu.
“Ne var?” diyerek önüne giden Hüsamettin Efendi’ye sordu:
“Kadı Efendi burada mı?”
“Burada.”
Mustafa Efendi, oturduğu minderin köşesinde doğruldu. Acaba bir dava, bir şikâyet miydi?
“Ne var söyle bakayım!” diye çemkirdi.
Şaşıran Yörük: “Efendim, babam size bu yoğurdu gönderdi.” dedi.
“Niçin?”
“Şey…”
“Ben yoğurt falan ısmarlamadım.”
…
Dedikoducu eşraf birbirlerine bakıştı. Bir rüşvet miydi? Mustafa Efendi de sıkıldı, bozuldu. Koca bir lenger yoğurt… Ne münasebet! Kan başına sıçradı. Kaşlarını çattı. Gözlerini zavallı şaşkın Yörük delikanlısının üstüne dikti:
“Baban kim be?”
“Hatıloğlu Ehmet Ağa…”
“Tanımıyorum ben.”
“O, sizi tanıyor efendim. Bu yoğurdu hediye gönderdi. Ona büyük bir iyilik etmişsiniz.”
Kadının dünyada kimseye iyilik edebileceğine ihtimal vermeyen eşraf, baştan aşağı kulak kesildiler.
Mustafa Efendi de tanımadığı bir adama nasıl iyilik ettiğini merak etti.
“Ne iyilik etmişim?”
“Koyunlarını kurtarmışsınız efendim.”
“Ne vakit?”
“Dün gece.”
Kadı Yörük’e, “Deli olmasın?” diye dikkatli dikkatli baktı. Dün gece evinden dışarı çıkmamıştı. Yalanını tutmak için sordu:
“Nerede?”
“Rüyasında efendim…”
…
Eşraf gülmekten katılıyordu. Kadı, haysiyetinin incindiğini duydu. Suratını daha beter astı. Fakat “iyilik etmek” reddolunacak bir şey değildi. Velev rüyada olsun!.. Açtı ağzını, “âlem-i mana”nın hakikat olduğunu, “zahir”in hayalden ibaret bulunduğunu acı bir felsefe çeşnisiyle anlattı. Hakikat ancak rüyada tecelli edebilirdi. Kendi iyiydi. İyiliği işte rüyalara giriyordu. Sonra döndü Yörük’e:
“Babana selam söyle oğlum.” dedi, “Bırak oraya lengeri. Ben namazdan sonra aldırırım.”
Delikanlı yoğurt kabını kapının yanına bıraktı. Gidecekti fakat “âlem-i mana”nın ehemmiyetini ilim diliyle iyice anlattığını sanan Kadı Efendi rüyada yaptığı iyiliğe dair daha ziyade tafsilat almak istedi. Sordu: “Babanın koyunlarını nasıl kurtarmışım, biliyor musun?”
Genç Yörük basacak bir yer arıyormuş gibi etrafına bakındı. Sonra arkasına baktı, ellerini önüne kavuşturdu. Mavi donunun üzerindeki kocaman kuşağını kollarıyla sıktı. Yutkundu. Gözlerini tavana dikti. Anlatmaya başladı:
“Babam dün gece rüyasında koyunları Alabayır’ın üstüne yaymış.”
“Ee…”
“Sonra kocaman bir kurt peyda olmuş. Koyunları parçalayacakmış, tam o vakit siz gelmişsiniz işte… Kocaman, azgın, dehşetli bir yaban domuzu olmuşsunuz. Bu kurda saldırmışsınız. Kurt kaçmış, siz kovalamışsınız. Sonra… Tutunca kurdun karnını azı dişlerinizle yarmışsınız. Koyunlar da… Şey…”
Yörük rastgele tavandan çektiği sakin gözleriyle Kadı Efendi’nin kararmış suratını görünce birdenbire hikâyesini kesti. Yüreği hop etti. Hakikaten bir yaban domuzunun azı dişleri altında kalmış gibi korktu. Oradan kaçtı. Hâlbuki hikâyesini dinleyen eşraf efendiler birbirlerine bakarak kahkahalarını elleriyle ağızlarında söndürmeye çalışıyorlardı.
Kadı