Hüseyin Rahmi Gürpınar

Efsuncu Baba


Скачать книгу

hiç sordun? Evvelden burası ne imiş acep?”

      “He sordum. Burası Ceneviz padişahlarının şarap mahzeni imiş…”

      “Vay köpoğlu herifler vaktiyle amma da şarap içmişler ahbar?”

      “Bunda içleri şarap dolu birkaç fıçı bırakmış olaydılar…”

      “Ahbar kaç bin senelik şarap… Yudumu alan ah aman aman bağırıp devrilir idi.”

      “Kirkor, işin şurasını iyice fikrinde sakla ki buraya bir Frenk gelüp de direkleri sayar ise bu hesabı boşuna yapmaz. Mutlaka bundan bir avanta çıkarır.”

      “Ahbar lafıma kanarsın? Bizim o divane dediğimiz herif de bu direkleri boşuna saymayor. Günün birinde bundan koskocaman bir iş çıkaracaktır. Divane o değil… Biziz…”

      “Öyle ağnayorsun?”

      “He…”

      Kirkor sesini indirerek dört yana gizli bakışla:

      “Antika para? Yani eski “meskûrat”?6 mücevherat, elmas? Ne çıkaracak acep?”

      “Zo ben bilirim?”

      “Bilmeyor isek bilmeye uğraşalım. Bu herif divane değildir de kendini âleme keenne7 o tarzda yutturmak ister olmasın?”

      “Düpedüz divanedir? Yoksam böyle gösteriş edor. Kefşemedim…”

      “Bakalım yeri kazacak? Duvarı oyacak. Nereden mal çıkaracak? Biz de kurnaz olalım. İşin dikkatinde olmayor gibi duralım…”

      “Şimdilik bir yeri kazdığı yok. Yalnız direklere okuyup okuyup püf edor…”

      “Eh bundan ne çıkar?”

      “Ne çıkacağını göreceğiz ahbar. Aman Yahudiler duymasın! Onlar kurnaz millettir. Efsunu bu herif okur. Defineyi çıfıtlar çıkarırlar. Sonram bize karşıdan parmak yalamak kalır…”

      “He Yahudilerin kurnazlıklarını bilirim. Ben cahil kaldım. Fakat büyükbabam Bedros ülâme bir adam idi. O, pek tevarih okurmuş. Bize ağnadır idi ki Çemberlitaş evvelden birinci boğumundan ta tepesine kıdar yekpare altun imiş…”

      “Sahi diyorsun Agop?”

      “Zo büyükbabam yalan söyler hiç?”

      “Ben şimdiyecek işte bunu hiç duymamıştım.”

      “Senin ne duyduğun var ki hımbıl!”

      “Benim bildiğim Çemberlitaş dibinden tepesine kıdar mor kırmızı bir kayadır… Bunun altunu nereye gitmiş? Yahudiler aşırmış?”

      “Patlama sabır ol, ağnatacağım…”

      “Aman çabuk et!”

      “Ta yeniçeriler zamanında Yahudiler bir gece herkes uyuduktan sonram Balat’tan kalkmışlar… Çemberlitaş’a gelmişler. Altunları erisin deyi Çemberli’nin altına ateş yakmışlar…”

      “Vay babasının canına be! Sonram?”

      “Sonram efendim bir tılsım varmış. Onu bozamamışlar. Ateşin hareketinden altun taşa dönmüş… Çemberli’ye dikkat edersen şimdi yukarıdan aşağı kadar kahve tavası gibi is içindedir.”

      “Bu işi eski Yahudiler etmişler?”

      “He… Şimdikilerin büyükbabalarının dedelerinin dedeleri…”

      “Yani Yahudiler Çemberlitaş’ın altına bir ateş daha yaksalar taşı yine altuna döndürebilirler acep?”

      “Yeni Yahudiler tılsım işiyle uğraşmorlar. Onlar maliyeye, piyasaya sokuldular. Altunun asıl madenini buldular.”

      “Agop, bu direklerin dibinde kaç altun vardır dersin?”

      “Kim bilir?”

      “Frenklerin kitabında buna dair ne yazılmıştır ki?”

      “Ben ne çakarım ki…”

      “Buna dair olan asıl bilgiler divanenin kitabında olmalı…”

      “Benim fikrime de böyle gelor…”

      “Ah ah, dur! Geçen günü burada ben yalnız idim. Bu divane herif yine geldise ta şuraya, dibe karanlığa gitti. Duvara bir şeyler yazdı.”

      “Hangi dilden yazdı?”

      “Hangi dil niyetine okur isen o çıkor!..”

      “Öyle şey olur hiç?”

      “He lafıma inan. Biraz Osmanlıcaya benziyor. Bir parça Ermeniceyi andıror. Rumcaya kaçıor? Çünküm ben her dilden birkaç hurufat tanırım.”

      “Bu lafların pek acayibime gelor. Şimdik sen bu yazılara okuyabilirsin?”

      “Ne kalın kafasın be!.. He dedik a!”

      “Ağnat bana… Ne yazor?”

      “Kaf asaki pösteki gibi şeyler…”

      “Pöstekiden ne çıkacak sankim.”

      “Türkler için pösteki büyük bir şeydir. Ne çıkarsa ondan çıkar. Pöstekiye çok ihtibar ederler. Sokaklarda ‘ya Dost’ bağıran saçaklı derviş babalar yoktur? İşte onlar pöstekiyi sırtlarında taşırlar. Padişahlar, şeyhler hep ona otururlar…”

      “Ahbar o saçaklı, pösteki babalar ‘ya Dost’ deyi kimi çağırırlar?”

      “Ellerine kim bir mangır verir ise onların dostu işte odur.”

      Agop telaşla başını kaldırıp bir daha önüne bakarak yavaşça:

      “Aman Kirkor?”

      “Zo ne var?”

      “Gelor…”

      “Kim?”

      “İşte o divane…”

      Kirkor gözünün ucuyla merdivene bakarak:

      “He gördüm…”

      “Kendisine baktığımızı hiç çaktırmayalım. Bakalım yine ne iş edecek…”

      “Gözümün bir ucunu ona diktim, öbür ucunu da yere verdim…”

      “Kurnaz ol… Tınmaz gibi dur…”

      “Tınmaz kurnaz olayım?”

      “Her işten ol, şimdi sus pus ol!”

      “Laf eder gibi yapalım ki bizim kendisinin dikkatinde olduğumuzu çakmasın…”

      3

      Gerçekten de merdivenin üst başında, koca fesi, kubbeli bir sahan kapağı gibi kulaklarına kadar suratının yarısını örtmüş, kır sakalı göğsüne inmiş, cübbeye benzer uzun, geniş paltosu topuklarını döven ve iri, yuvarlak puhu kuşu gözlü bir insan karaltısı peyda olur.

      Orta oyununda büyücü güldürüsüne çıkar gibi sır dolu davranışlar, sinsi sinsi bakışlarla Binbirdirek’in koyu loşluklarını süzerek Ermenileri kurnazca incelemeye başlar…

      Kirkor pek yavaş:

      “Agop…”

      “He…”

      “Dikkatli dikkatli bize dikiz edor…”

      “He görürüm…”

      “Ne edelim ki bizim onu gözedir olduğumuzun farkına varmasın…”

      “Şarkı bağıralım…”

      Bu iki delikanlı yüzlerini aykırı yana çevirir gibi yaparlar. Hızlı hızlı elemgelerini çevirerek ikisi birden baso,