Ахмет Мидхат

Hüseyin Fellah


Скачать книгу

“A be koca herifi öldürdük de hâlâ ne olduğunu bilmiyor musun?”

      Yunus: “Ne bileyim ben? Geldim baktım ki yoldaşlar bıçağa davranmışlar. Ben de davrandım.”

      Mehmet: “Canım, Apostol’un meyhanesinde idik. Bu Civelek Mustafa da oradaydı. Ben de pek iyi farkında değilim ama yoldaşlardan birisi bundan bir şeftali mi istemiş ne olmuş?”

      Yunus: “Beni ayıplayan ağayı gördün mü bir kere! İşte işin aslını kendisi de bilmiyor ya! Neyse! Fakat Civelek Mustafa için pek ırz ehli bir çocuk derler.”

      Mehmet: “Sen de amma tuhaf söylüyorsun be Yunus! O kadar ırz ehli çocuğun meyhanede işi ne?”

      Yunus: “Ama bu bir babayiğit çocuktur!”

      Mehmet: “Çocuk ya! Varsın babayiğit olsun, ne olursa olsun! Genç değil mi? Herif bir buse istemiş, verivermiş olsa ne zararı olur? Kaldırıp bir de şamar atmanın manası var mı ya?”

      Yunus: “Ha! Bak işte bunda edepsizlik etmiş!”

      Mehmet: “Ama ne kadar!.. İşte tartışma bundan büyümüş! Bu nazlım da kabadayı değil mi? Nihayet kabadayılığını göstermek için bıçağını çekmiş!”

      Yunus: “Artık o kadar babayiğit dayıların yanında bıçak çekmek!..”

      Mehmet: “Görüyorsun a işte! Biz de şaka ediyor, cilve ediyor sandık. Lakin Ali Pehlivan’ı hamaylısına iki buçuk kere yere serdiği gibi şaka da bitti.”

      Yunus: “Fakat yiğit çocukmuş vesselam! Bugün de yiğit çocuk imiş derim yarın da! Herif ortalığı altüst etti.”

      Mehmet: “Nihayet kendisi de tepe aşağı geldi.”

      “Haydi, artık gidelim de yoldaşlara haber verelim.” diye yeniçeriler ayağa kalktılar. Birisi ayağıyla cesedi dürterek “Allah rahmet eylesin! Babayiğit çocuktu. Kabadayı çocuk idi vesselam.” dedi. Çıktılar. Cehennem oldular, gittiler.

      Bunlar çıkar çıkmaz ana ile kızın nefesleri kaynaşıp birbirinin yanına gelmek istemişlerdi.

      Meğer katilin ayak ile dürtmesi yaralının; yani henüz vefat etmeyip baygın bir hâlde bulunan yaralının aklını başına getirmiş.

      Demeyiniz! Oğlancağız vefat etmemiş ha?! Lâkin vefat etmemiş ise bile öyle sekiz on kişinin bıçağından kurtulmuş olan çocukta ne hayır kalır?

      Evet! Kendisinin çocuk olduğunu yeniçerilerin lakırtılarından anladınız. Vefat etmemiş olduğunu da haber verdik. Fakat yeniçeriler bu yaralının, sekiz on adam dalamış bir azgın olduğunu söylemişlerdi. Onu niçin hesaba katmıyorsunuz? Sekiz on adamı dalayan bir azgının yine sekiz on kişinin bıçağından kurtulmuş olmasında bir tehlike görülemez.

      Herif aklını başına alarak gözlerini açıp da kendisini bir karanlık içinde bulunca düşmanları hâlâ orada bulunup bulunmadığını anlamak için etrafına (Göz değil çünkü karanlık idi.) kulak gezdirmişti. Hiçbir ses seda işitemeyince yalnız kaldığını anlayarak kalkmak için davrandıysa da vücudundan pek çok kan çıkmış olmasındandır ki kalkmaya gücü yetmedi.

      Kız: (yavaşça validesine) “Aman anacığım! Vefat etmemiş! Kımıldanıyor!”

      Yaralı bu lakırtının başlangıcını işitince orada adam bulunmasından ziyadesiyle ürküp buz gibi donmuş kalmıştı. Ancak sözün sonu bu şüpheyi ümide sevk ettiğinden zayıf bir ses ile “Aman! Kulağıma bir ses geldi! ‘anacığım’ dediler. Allah aşkına olsun! Ana yüreği merhametlidir. Bu ana kim ise bana da merhamet etsin!” diye yalvarmaya başladı.

      Ana: “Ah oğul oğul! Gördük oğul, gördük! Lakin elimizden ne gelir?”

      Yaralı: “Aman valideciğim, beni anamın yanına kadar götürünüz de bari orada anamın kucağında öleyim!”

      Kız: “Sizin eviniz nerededir kardeşim?”

      Yaralı: “Şurada, Boğazkesen’de, Defterdar Yokuşu’nun ağzında.”

      Ana: (kızına) “Götürebilir miyiz kızım?”

      Kız: (anasına) “Götürmeye çalışmalıyız anacığım.”

      Ana: (çocuğa) “Kalkabilir misin oğlum?”

      Yaralı: (kalkabilmek için tekrar davrandıysa da kuvveti yetmeyerek) “Ah zalimler! Vücudumda kan bırakmamışlar! Kuvvetim kalmamış. Kalkamıyorum valideciğim!”

      Çocuğun istirhamda gösterdiği şiddet, ana ile kızı bu konuda olanca gayretlerini sarfa kadar mecbur ettiğinden bir koltuğuna kız ve diğerine de anası girip kaldırdılar. Ve Kanlı Burç’tan çıkarak yavaş yavaş hendek içinde yürümeye başladılar. Yaralının bacaklarında vücudunu kaldırıp götürecek kadar kuvvet kalmamış idiyse de ana ile kız biçarenin koltuklarından ayrılmayıp olanca ağırlığını dahi kendi omuzları üzerine yüklenmiş olduklarından her hâlde yolda devam ederlerdi. Zira çocuk “Aman! Beni bu hâlde bırakıp giderseniz mutlaka geberir giderim. Gençliğime merhamet ediniz!” der ve gerçekten kendisini o hâlde bıraksalar sabaha çıkmayacağını ana ile kız görmekte bulunduklarından, bu işte emek sarf etmeyi insanlık borcu kabul ediyorlardı.

      Burada etraflıca tarifine girişilse sayfalar dolduracak müşkülat ve zorluk ile Çubukçular içini filanı geçtiler. Hiç şüphe edilemez ki gerek ana ve gerek kız ikisi de kendileri dünyada son dereceye kadar çaresiz kalmış oldukları hâlde; kendilerinden daha fazla bir çaresiz olup da ona kendileri derman olmakta bulunduklarına şaşarlardı. Ayrıca ona, kendilerinin yardım ettiklerine de şaşırıyorlardı. Eğer bunlar feleğin dönüşündeki garabet üzerine zihin yormuş kimselerden olsalardı, bu hayrette daha pek çok ileriye gidecekleri kuşkusuzdu. Ancak dünyada çaresizlik ve çaresazlık1 denilen şeylerin nispi olduğunu ve sekiz çocuğuyla aç kalan bir baba, saadetin ortasına bağdaş kurup oturan bir mesuda nispeten çaresiz addolunduğu hâlde; üç çocuğu ve bir aciz karısı, bir buçuk aydır içinde yatarak çürütmekte olduğu yatağı etrafına dizilmiş olan babaya kıyasla mesut addolunabileceğini hiç düşünmemiş bulundukları cihetle feleğin dönüşündeki garabete hayretleri dahi görünüşte bir hayretten ibaretti.

      Boğazkesen’e ve Defterdar Yokuşu’nun ağzına vardılar. Yaralının işareti üzerine bir kapıyı çaldılar. Herkes uykuya dalmış olduğundan birkaç kere çalmaya lüzum gördüler. Nihayet bir kocakarı uyku sersemliğinin de etkisiyle titreye titreye kalktı, geldi, kapıyı açtı. Ancak ev altına oğlunun laşesini serilmiş görünce karıcık öyle bir vaveylaya başladı ki kulakları tırmalar, yürekleri yırtar! O hâlde ana ile kız kocakarının da imdadına yetişmek istediler. Fakat karıcığın sağlam yürekleri bile yırtan feryat ve figanına, ana ile kızın yaralı yürekleri bir türlü tahammül edemedi. Hele konudan komşudan gürültüyü işitenler de geldikten sonra bizim ana ile kızın oradan palamarı çözmeleri lazım geldi. Nereye gideceklerini ve niçin gideceklerini bilmedikleri hâlde Karacehennem’in Kahvesi semtine doğru geldiler. O zamanlar bu kahveye “Camlı Kahve” derlerdi. Oraya geldiklerinde, Üsküdar üzerinin ağarmış olduğunu gördüler. Zira geceler yaz geceleri olup hikâye ettiğimiz hadiseler de beş altı saat içinde olup bitmişti.

      Sabahı görmek, ana ile kız için epeyce bir gönül huzuruna ve memnuniyete yol açtı. Hastaların hâllerine dikkat ettiğiniz var mıdır? Gece yatakları içinde inim inim inledikleri hâlde dört gözle sabahı beklerler. Hastaya bakanlar dahi hastanın gece içindeki ağırlığı sabah olunca hafifliğe dönecektir inancında bulunurlar. Bu hâl, vücudu hasta olanlarda bulunduğu gibi yüreği hasta olanlarda da vardır. Çünkü ikisi de hastalıktır.

      Ana ile