“Ben! Sen kendini bana satarsın. Ben de senin pahan olacak akçe ile validene bir evceğiz, eşya filan alırım.”
Kız: “Ya ben o kadar paha eder miyim?”
Laz: “Ben senin için iki kese akçe, yani bin kuruş kıymet kesiyorum. Ne o? Ha? Çok mu dedin? Çok değil kızım! Senin o kadar değerin vardır. Eğer bu ücrete ve anandan ayrılmaya razı olursan…”
Kız: “Anamdan ayrılmaya mı?”
Laz: “Öyle ya! Başka türlü nasıl olur? Seni ben kendim için mi alacağım? Ben esirci bir adamım! Müşterisini bulup da seni satarsam beş on kuruş da ben kazanmış olurum. Özellikle seni benim evvela cariye, sonra odalık, nihayet hanım etmeye kudretim yetmez. Bir kibar yere satarım. Orada hanım olursun.”
Kız: (bir hayli düşündükten sonra) “Yok yok! Anamdan ayrılamam!”
Laz: “Hani şimdi ölüme razı oluyor idin ya? İşte insan kısmı böyledir. Şimdi dünyasından ayrılmaya razı olurken, yine şimdi bir anasından ayrılmaya razı olmaz!.. Sen bilirsin kızım! Ben merhametimden söylüyorum. Şu hâlde kalırsanız ne kadar sürüneceğinizi bir kere düşün de ona göre bir cevap ver. Satıldığın vakit, hanım olduğun vakit valideni bulmak güç bir şey midir? Ta Çerkezistan’dan gelip de daire, debdebe, kul, halayık sahibi olduktan sonra anasını, kız kardeşini filanını bulmuş ne kadar cariye vardır? Hele senin gibi güzel bir kızı, vallahi altı ayda odalık ederler.”
Kız: “Ben odalık olmak da istemem.”
Laz: (eşekçesine sırıtarak) “O! Orasını ben bilmem. İşin bu ince yerleri benim bileceğim şey değildir. Orası senin ve seni odalık edecek olan efendinin, beyin yahut paşanın arasında olacak pazarlıktır.”
Laz bu sözleri söylerken, sarı kaşları, sarı kirpikleri altından firuze gibi gözlerini parlatıp kızın yüzünü incelerdi. Açıkça ortadadır ki yüzünde aşüftece bir tebessüm arardı!
Heyhat! Şehlevend, Laz’ın sözlerine asla kulak vermiyormuş da kendi derdini düşünüyormuş gibi dalmış gitmişti. Evet! Kendi derdini düşünmekte idi. Çünkü nefsini dizginlemenin, ne kadar büyük ne mühim ne müşkül bir şey olduğunu Şehlevend pekâlâ biliyordu. Ya bir vakit Şehlevend de o küçük hanımlardan değil miydi ki konaklarında bir cariye şayet kırbaç altında helak olursa yalnız onun kıymeti kadar bir meblağ telef olduğu hesap olunarak yoksa bir insan helak olduğu asla hesaba katılmazdı. Niçin katılsın? Telef olan şey insan değildir ki! Cariyedir! Kuldur! Esirdir! Paraları saydıkları gibi yerine dört tane daha satın alınır. İnsan odur ki akçe ile satın alınamaz. Şehlevend işte bu hâlleri de görmüş bir kız idi.
Şehlevend’in nazarında esaret, yarı ölüm sayılırdı. Gerçi ölümün yarısına değil dörtte birine, onda birine bile razı olmak pek müşkül ise de kızcağız hatta validesiyle beraber ölümün tamamına dahi razı olmuş bulunduğundan bir aralık iki adamın tamamı tamamına helak olmasına nispetle, ikisinden birisinin ölümün yarısına razı olmasının daha kârlı olacağını hesaba başladı. Bu hesabı ne kadar tekrar ettiyse de hiçbir yanlışını göremeyip pek tamam, pek doğru buldu. Sonunda Laz’a dedi ki: “Tut ki ben razı olmuşum! Validem razı olmazsa ne yaparız?”
Laz: (gayet memnun ve tatmin olmuş bir eda ile) “Sen bir kere razı ol da ötesi kolay. Âlemde yalan kıtlığına kıran girmedi ya!”
Kız: “Ne deriz? Validemi nasıl aldatırız?”
Laz: “Ben seni oğluma gelin alacak olurum.”
Kız: “İyi ama validem damadını görmeyecek mi?”
Laz: “Canım oğlum burada bulunmaz. Mısır’da olur. Hem ben seni satacak olursam zaten İstanbul içinde satacak değilim ya?”
Kız: “Ya nerede satacaksın?”
Laz: “Kısmet neresini gösterirse. Mısır mı olur, Halep veyahut Şam mı olur!”
Bu söz Şehlevend’in bir kat daha nazar-ı dikkatini açtı. Esir olup satılmak ne acı bir şey ise onun için İstanbul’u, validesini bütün bütün uzakta bırakıp da gitmek ondan ziyade acıydı. Lakin çare yok demedik mi, çare yok. Bunların hiçbirisi ölüm kadar güç değildi. Ölüm kadar güç olmadıktan başka bunların ölümden kurtuluşun dahi sebepleri olduğunu Şehlevend görürdü. Binaenaleyh Laz’a her ne kadar henüz kesin bir cevap vermedi ise de hâkimane bir tavırla Laz’ın yüzüne bakıp daha söylenecek bir söz varsa söylemesini ima ettiğinden Laz da sözünü şu şekilde sürdürdü:
“Hasılı seni Mısır’daki oğluma gelin göndereceğim. Validen ise damadı tarafından ilk ağız olarak kendisine bir hanecikle diğer malzemeler vesaire tedarik edildiğini ve yanında harçlık olarak da bir hayli para kaldığını görünce hiçbir şüphesi kalmaz. Ben böyle çok kız aldım. Her biri birer hanım oldular. Hatta sonra yalnız validelerini değil beni bile arayıp bularak ikramlarda bulunmuşlardır. İşin önü bile belli olmazdı. Kimse şüphe bile etmezdi.”
Bu sanat, kendisinin eski sanatı olduğuna göre Laz Mehmet Ali’nin daha ne gibi vaatler, kolaylıklar ile kızı temin etmiş olduğunu anlarsınız. Şu kadar var ki aldatmış olduğunu zannetmemelisiniz. Zira Laz Mehmet Ali her ne kadar eski bir kurt olsa da Şehlevend böyle eski kurtlara aldanacak süt kuzularından değildi. Sadece validesini kurtarmak gibi pek büyük bir lüzum uğrunda kendi hürriyetini feda etmeye gerek gördüğü için Laz’ın tekliflerini kabul etti. Ve bu defa da validesini nasıl kandıracaklarını ve ne söyleyip nasıl hareket edeceklerini Laz ile müzakere ettikten sonra Laz’ın önüne düşüp cenaze namazgâhına kadar geldiler.
Şehlevend’in, validesi huzuruna girişi, kabahatli bir adamın kusurunu affettirmek için çekinerek bir büyük zatın huzuruna girişi gibiydi. Validesi karşısında boynunu büküp durması dahi yine o kabahatli adamın söyleyeceği sözü söylemeye cesaret edememekte bulunmasını andırır idi. Validesi ise önce demir parmaklıklar yanında gördüğü adamı, yani Laz Mehmet Ali’yi bu kez yanı başında görünce bu yakınlaşmada bir hikmet olduğunu anlayarak söze kendisi başlamaya lüzum gördü: “Şehlevend’im! Kızım! Bu ağayı sabahtan beri senin önünde, ardında dolaşmakta görüyorum. Bizden bir alıp vereceği mi var?”
Kız, “Kendisi söylesin anacığım!” diye Laz Mehmet Ali’yi ileriye sürmekle beraber söze başlamasını emreden bir çehre gösterdi. Bunun üzerine koca Laz, adam aldatmakta ne kadar hüner ve marifeti var ise kafasında toplayarak valide hanımın huzuruna geldi ve tam bir cerbeze ile söze başladı.
Altıncı Kısım
Laz: “Efendim hatırınıza bir şey gelmesin. Bu sabah işkembeci dükkânında kerimeniz hanımı gördüm. Nasıl ve ne hâlde gördüğümü sonra size kendisi tarif etsin. Ben onu bir hizmet addetmem ki lisana alayım.”
Kız: “Ah! Anacığım! Bu ağa olmasaydı o çorbayı içemeyecektik. Çorbacı bir ekmeğe iki kaşık çorba vermeye razı oldu ama bana kâsesini vermeye emniyet edemiyordu. Allah bu ağadan razı olsun. Bize koca bir kâse çorba ikram etti.”
Ana: “Allah’a emanet olsun!”
Laz: “Böyle şeyler dikkate alınacak değerde değildirler efendim! Ben sizin hâlinizi zahiren muayene ettim. Fakat görünüşteki hâlinizden dahi sizin şu yürekler paralayacak felaket içinde yaşayagelmiş olmadığınızı anladım.”
Ana: (ciğerlerine sığmayacak kadar bir nefesle ah ederek) “Düşmez kalkmaz bir Allah!”
Laz: “Öyledir efendim! Düşen de kuldur kalkan da. Fakat benim hesabıma kalırsa kul pek de kendi kendisine düşmez. Onu bir düşüren bulunur. Düştüğü zaman da yine kendi kendisine kalkamaz. Onu bir kaldıran olmalı. Hâlbuki