Ахмет Мидхат

Hüseyin Fellah


Скачать книгу

ile teselli bulmaya bile başladılar. Çünkü bunların hepsinin aynı derdin ortağı olduğu malumdur. Bir derdin müptelası ne kadar çoğalırsa inde’l hakika edilecek teessüfün o nispette artması lazım gelirse de derdin ortağı çoğaldıkça tesir ve ızdırabından erbabının hissesinin küçülmemesi de insanın acayip ve garip birtakım huylarının gereğidir.

      Şehlevend’in kızlarla olan konuşmalarından anlaşıldığına göre Laz Mehmet Ali, bu kızları da güya fakruzaruretten kurtarmak için yüz ellişer ve ikişer yüz kuruşa satın almış. Şehlevend, diğerlerinin kıymetinin kendisinin beşte biri, üçte biri kadar olduğunu görünce biraz daha fazla teselli bulmuştu. Çocuklar ise mektep seyrine gidiyoruz diye memnun olduklarından bunların hayretleri yalnız ellerinde bulunan üç dört hacıyatmaz ile bir iki dilli düdük ve davul pahasına satın alınmış olduğu ortadadır.

      Bu ilk kitabımıza nihayet vermekte olduğumuz şu sırada düşünen insanlara sual ederiz ki şu başaltında bulunan beş altı kız ve çocuklar içinde en ziyade acıdıkları hangisidir?

      “Hepsine aynı şekilde acıyoruz.” diyenleri tebrik ederiz. Yalnız Şehlevend’e acıyanlara ise hiçbir şey söyleyemeyiz. Zira insanlardan büyük bir kısmının vereceği cevabın bu olduğunu zaten biliriz. O büyük kısmın fertleri, bir kimseyi yakinen tanımaz ve duçar olduğu felaketin mahiyet ve derecesini ayrıntılarıyla bilmezse o kadar acımaz. Bir gemi batsa, içinde otuz kişi boğulsa bir “Vah vah vah!” otuzuna da yeter. Ancak bunlar içinde tanınan bir adam olsa üzüntüsü bir hayli müddet baki kalır.

      Hesap edilecek olsa insanlığımızın pek çok cihetleri insaniyetten beklenen şana aykırı düşerse de biz bu gibi aykırılıkları, daima kadere, nasibe, feleğe ve hatta Cenabıhakk’a atıf ve isnat ederek kendimizi daima haklı çıkarırız. Kusurun kimsede değil bizde olduğunu bilsek, kusurumuzu düzeltmeye gayret eder idiysek de kendimizde hiçbir kusur göremediğimiz için düzeltilmesine lüzum görememekteyiz. Binaenaleyh dört bin sene evvel nasıl insan imişsek bugün yine öyle insan kalmış olduğumuz gibi korkarız ki dört bin sene sonra da hep öyle insan kalacağız da “Benî Âdem âzâ-yı yekdîğerend” ila-ahir kıtasını sadece bir şiir okur gibi okuyup gideceğiz.

      İKİNCİ KİTAP

      Birinci Kısım

      Şehlevend Mısır’a gelin gittiği zaman validesini İstanbul’da beş yüz kuruş ile terk etmiş olduğunu hatırdan çıkarmamışızdır.

      Gerçi bundan yüz sene evveline göre bu para epeyce büyücek bir meblağdır. Bir kere o zamanın beş yüz kuruşu bu zamanın iki bin yedi yüz, üç bin kuruşu kadar eder. Bundan başka fiyatların yüksekliği akçenin kıymetine ve akçenin kıymeti de bulunmama derecesine göre olacağı için o zamanın bir kuruşuyla görülen iş bugünün (nispette yine o zamanın bir kuruşuyla denk düşecek olan) altı kuruşuyla görülemez. Şu hâle göre Şehlevend’in validesinin yanında kendisini epeyce bir zaman idare edebilecek para vardı. Paradan başka ileride damadının kendisini gözeteceği ümidi de vardı!..

      Düşünce sahipleri esrara Şehlevend’in validesinden daha ziyade vâkıf olduğu için ileride damadının kendisini görüp gözeteceği hakkındaki ümit, onlarca akçe eder ümitlerden değildir. Dolayısıyla biz de muhakememizi, şimdilik kadıncağızın kesin ümidi olan mevcut parası üzerine tesis etmeliyiz.

      Mevcut paranın sarfı, âdeta ömrün sarf edilmesine benzediği, bizden başka yerlerde ve zamanımızdan başka zamanlarda da fark edilmiş bir şeydir. Fark edilmiştir ki “Vakit nakittir.” demişler. Eğer onlar yalnız kıymet cihetini nazar-ı dikkate almış olsalar bile biz sarf olunması cihetini de denk bulmaktayız: Bir sandığa sayılmış para koydunuz. Bir yandan da sarf etmeye başladınız. Eminsiniz ki bu paranın son kuruşu alınıp sandıkta hiçbir şey kalmadığı zaman dahi olacaktır. Ömür defterine, bir miktar vakit kaydettiniz. Her gün birazını sarfla hesap edilişini yürütmekte, yani sarf edilmişi mevcuttan düşmektesiniz. Eminsiniz ki bu çıkarmanın sonucu sıfıra eşit olduğu bir zamanı da göreceksiniz. Şu hâle göre vakitle nakdin bir farkı kalırsa o da sandıkta mevcut olan nakdin miktarı malum olarak ona göre sarf etmek ve hayat defterinde kayıtlı bulunan vaktin miktarı ise bilinemeyeceğinden gelişigüzel geçirmek suretinden ibarettir.

      Hasılı Şehlevend’in validesi de mevcut paradan harcamaya başladı. Hem de miktarı beş yüzden ibaret olduğunu ve arkası gelmeyeceğini bilerek bir harcayış değil. Öyle olsa belki biraz ihtiyata lüzum görürdü. “Kızımın kaynatası Mısır’a gittiyse orada kalacak değildir ya? On beş günde oraya varsın, bir ay da orada kalsın, on beş günde de gelir, nihayet iki ay sonra buradadır. İhtimal ki kayınpederi gelirken kızım biraz harçlık da gönderir.” düşüncesiyle harcardı.

      Hanımın hesap ettiği iki ay, mesutların ömrü gibi pek çabuk geçti. Hâlbuki kendisi de bu iki ay içinde pek mesut idi. Mesudun ömrü çabuk geçeceği ise tecrübe edilmiş şeylerdendir. Ama miktarı azalarak çabuk geçiş değil, Allah bu afetinden cümleyi korusun. Belki nasıl geçtiğini bilememekten ibaret bu geçiş süratini haber vermek istiyoruz. Felaketzede ve mihnet çekenlerin ömrü çabuk geçmemiş ise mihnet dakikalarının her biri erbabına bir asır kadar geldiğinden neşet eder.

      Hanımın hesap ettiği iki ay geçtiği hâlde kızının kayınpederinden bir eser zuhur etmeyince kadıncağız, Mısır yolunu biraz daha uzatmaya mecbur oldu. “Hava olmaz ise gemi nasıl yürüyecek? Az yol da değildir. Bazı hacılar bir ayda Mısır’a ancak varabilirler. Bir ay gitmek, bir ay gelmek, bir ay da orada kalmak, etti üç ay. İkisi geçti, birisi kaldı. Bir ay daha beklemek lazım.” diye öbür ayı da geçirdiyse de bunun uzunluğu ilk iki aydan ziyade olmuştu. Çünkü sandıktaki beş yüz kuruşun da dört yüzü tükenip yüzü kalmıştı. Öbür ay da geçti. Hâlâ Laz Mehmet Ali’den haber yok. Kadıncağız Mısır’daki ikamet süresini iki ay kadar uzatmaya mecburiyet gördüyse de bu hesapça beklemesi lazım gelen bir ayın uzunluğu geçen üç ayın tamamından da ziyade olmuştu. Çünkü geri kalan yüz kuruştan ancak nefsine yetecek miktar sarfıyla ellisi dahi elden çıkarılmış ve dolayısıyla sefaletin yaklaşması dakikaların uzamasını gerekli eylemişti.

      Velhasıl zaman geçtikçe geçimin daralması ve buna bağlı olarak sefaletin de artması sebebiyle dakikalar, saniyeler, saliseler uzaya uzaya altı ay geçti. Hâlâ Mehmet Ali Ağa’dan eser yok. Sandıkta da âdeta bir para yok! Biçare kadıncağız henüz tam bir ümitsizlik içine dalmamışsa da ümidi dahi birçok şüphe içinde kaldığından Mehmet Ali Ağa’nın Karabaş’ta bulunan evine gidip şüphelerini defetmeye mecbur oldu.

      Hani ya kayık parası? O zaman ise Galata ile İstanbul arasında köprü de yoktu.

      Acayip, muharrir efendi! Biçare kadıncağızda kayık parası verecek kadar da para kalmadı ha?

      Bereket versin ki ekmekçi, kasap ve bakkal ile alışverişini aylık hesabı üzerine icra etmekte olup altı aydan beri biriken borcu dahi hâlâ emniyeti sarsacak mertebeye varmamış olduğu için yiyeceği bulabilmekteydi.

      Bununla beraber Karabaş’a kadar seyahat lüzumu hiçbir şey ile menedilemediğinden karıcık kalktı, feracesini, yaşmağını giyinip kuşanarak sokağa çıktı. İskeleye kadar vardı. Oradan yine geriye dönüp alışveriş ettiği bakkala gelerek “Bakkal! Karşıya gideceğim ama para kesemi(!) evde unutmuşum, bana birkaç para ver de hesabıma yaz.” diye bakkalı âdeta dolandırmak suretiyle kayık parası tedarik etti. Yemiş’ten bir kayığa binip Tophane İskelesi’ne çıktı.

      Tophane İskelesi’nin biçare kadıncağıza birtakım eski faciaları ihtar eylemiş olduğunu hesap ediyorsunuz ya? Hem de bu ihtarların o kadar tesiri olmuştu ki hâlâ yeni bir felakete daha ayak atmakta bulunan kadıncağızın iskele tahtalarına ayak atarken dizleri tir tir titremişti. İskeleye çıktıktan