Ахмет Мидхат

Hüseyin Fellah


Скачать книгу

idim yine söylerdim. İhtimal ki aklına dokunur, çıldırırdı. O zaman bütün bütün çaresiz kalırdı.

      Zavallı çocuk, kendi kendisiyle şu hasbihâli ettikten sonra denize doğru ümitsizliğin son derecesinde bulunanların bakacağı nazarla bir kere baktı, bir de ayağındaki zincire baktı da dedi ki:

      “Ah! Bu kürekte bulunan adam kendi kendisine kıyamayacak da. Ayağımdan zincir ile mıhlanmışım! Başka bir helak edici alet de vermiyorlar… Ama ne zararı var? Yine kahır zehriyle zehirlenip gidecek değil miyim? Biraz geç olacakmış. Geç olsun da güç olmasın. Kafamı küpeşteye vura vura kırmaktansa acılar içinde kıvrana kıvrana gebermek daha kolaydır.”

      Üçüncü Kısım

      Şehlevend’in validesinin gemiden kalkıp hanesine gelmesi akşamı bulmuştu. O geceyi nasıl bir ümitsizlik içinde geçirmiş olacağı tafsile muhtaç değildir. Hâlbuki ümitsizlik yalnız o geceye de mahsus kalmadı. Ondan sonra gün geçtikçe artmaya başladı. Zira Mısır’daki tanınmış tüccardan damadı Ali Haydar Ağa’ya mektup yazmak istediği hâlde babası Laz Mehmet Ali’nin oğluyla dargınlığından dolayı mektubu bir gidenle göndereceğini ümit etmediğinden ve o zamanlar henüz posta bulunmadığından kendi tarafından göndermeye dahi muktedir olamadığından zaruri olarak vazgeçmeye mecbur olmuştu.

      Lakin diğer taraftan gün geçtikçe artmakta bulunan fakruzarurete ne yapmalı? Yedinci ayın sonunda bakkala, kasaba, ekmekçiye bir para veremediği için bunlar tayınları kesmekten başka para için onu tazyike dahi başladılar. Kadıncağız kuşluk vakti başka komşulara gider ve yiyeceği bir lokma ekmeğin birkaç bin katı nispetinde yüz suyu dökerek karnını doyurabilirdi.

      Gerçi İstanbul’da bir sınıf çanak yalayıcılar vardır ki bu suretle, masrafsız beyler gibi yaşayabilirler. İçlerinde diş kirası alanlar da bulunur. Ancak insanın çanak yalayıcı olması için yine çanak yalayıcı doğması lazım gelip Şehlevend’in validesi ise gördüğümüz ahvaline nazaran bu cibiliyette doğmuş insanlardan değildi. Öteye beriye karnını doyurmak için gitmenin kendisine ne kadar ağır geldiğini anlatmak istersek şunu haber veririz ki bu zillete razı olmamak gayretiyle aç yattığı zamanlar dahi olurdu…

      Nihayetinde kadıncağız kendi hayat defterine, yine kendi eliyle son verme kaydına düştü. Hem de bu defa kızı yanında olmadığından o engel dahi bertaraf olmuş sayılabilirdi.

      Bu hayalde iken bir akşam ezandan sonra mahallenin imamı bulunan Süleyman Rahmi Efendi geldi. Kapıyı çaldı. Bizim kadıncağız hâlinde bulunan bir hanım için böyle İmam Efendi’nin ansızın gelerek kapısını çalması ne büyük bir heyecana sebep olan şeylerdendir. Bilirsiniz ya? Özellikle de o akşam ki kadının yine aç yatmayı göze almış olduğu akşamlardan birisidir. “Acaba bakkal veyahut ekmekçi veya kasap, İmam Efendi’ye benden şikâyet mi ettiler? Acaba mahallece başka bir şikâyet eden mi var?” diye bin heyecanla indi kapıyı açtı. İmam efendi gayet merhametli bir tavırla söze başladı.

      İmam: “Hemşire hanım! Mahallenin fakir ve zengin her sınıf halkına nezaret etmek imamın dince ve hamiyetçe vazifesidir. Pek çok arkadaşımız, bu vazifeyi yerine getirmede kusur ediyorlarsa da ben kusur etmemeye çalışıyorum. Bir zamandan beri hâlinizi tahkik etmekteyim. Pek perişan olduğunu gördüm. Nasıl gördüğümü ve ne yolda tahkik ettiğimi benden sormayınız. Çünkü söyleyemem. Size bir teklife geldim. Tahtakale’de Asmaaltı’nda ve semtimizin sair taraflarında Mısırlı, Şamlı filanlı birçok tüccar var. Çamaşırlarını ötede beride yıkatıyorlar. Size kendi bedenimden yardıma gücüm yok ki edeyim. Elimden gelen iyilik, her gün gidip çamaşır yıkatmak isteyenlerin çamaşırlarını toplayarak akşamdan sonra temizlerini alıp götürüp akçesini de tahsil etmektir. Bu işi bir Allah bilir, bir de ikimiz.”

      Biçare kadıncağız dünyada kendi imdadına yetişmeye muktedir hiçbir kimseyi farz bile edemediği hâlde İmam Efendi’nin gösterdiği şu güzel niyeti görünce nasıl sevineceğini bilemedi.

      Zira İmam Efendi’yi öteden beri tanır ve nasıl hayır sahibi, fukaraperver bir adam olduğunu ve kendisinin de demiş olduğu gibi mahalle içinde bulunan fakirlerin durumunu araştırarak her birine bir yolda yardımda bulunduğunu bilirdi. Özellikle hanım bekâr çamaşırı yıkayıp yaşamayı çanak yalayıcılık gibi iğrenç görmediğinden bu işi gizli tutmaya dahi lüzum görmediyse de İmam Efendi kendince birçok düşüncelere dayanarak mutlaka gizli tutulmasını tavsiyeyle biçare kadıncağızı gerçekten teselli edecek daha birçok sözden sonra cübbesi altından çıkardığı bir kabı da kapı aralığından içeriye bıraktı, çıktı gitti.

      “Mal bulmuş Mağribi” derler ya? İşte o akşam için bu mal bulmuş Mağribi, bizim Şehlevend’in validesi oldu. Bir kere İmam Efendi’nin tavsiye ettiği iş kendisi için bir hazine idi. İkincisi, kap içinde de ekmekten sade yağına, tuza, yumurtaya varıncaya kadar bir hayli erzak bulunduğundan aç yatmaya hazırlanmış olan bir biçare için bunlar hep maldan, menalden2 addolunurdu.

      Ertesi akşamdan başlayarak kadıncağız bekâr çamaşırı yıkamaya başladı. İmam efendi ise üçüncü akşamdan itibaren tahsil ettiği paraları getirip teslim ederdi. Her gün gelen ve vücut sağ oldukça her gün geleceğine emniyet hasıl olan muhtelif miktar beş on para, toptan gelen beş yüz kuruştan ziyade hanıma bereketli görünüyordu. Hakikat de bundan ibaret değil midir ya? Bundan önce sayısı belli olan paranın her alışta eksileceğini söylemiştik. Sayısı belli olmayan çalışma semeresinin bu zıtlıktan azade olması, insanı bahtiyar edecek şeylerdendir. Bir akile sormuşlar ki: “Oğlun için ne miras bırakabileceksin?” Cevap vermiş ki: “Her işte kendisini muvaffak edecek bir terbiye ve kudret bırakacağım.” Buna, “Parasız insanda hiçbir kuvvet ve kudret bulunamaz.” diye itiraz etmişler. Akil de bu itiraza “Mevcut para tükenir kaybolur. Çalışmanın semeresi ise tükenmez, kaybolmaz. İş odur ki insan çalıştığından semere alacak kadar terbiye ve talim görsün.” diye mukabelede bulunmuş.

      Bizce hak akilindir. Misalimiz ise işte Şehlevend’in validesi! Şimdiye kadar anladığımıza göre külli bir mevcut servetten ayrılmış, yakındaki gözlemlerimize göre beş yüz kuruştan ibaret olan nakit parasını da tüketmiştir. Ancak çalışmayı ayıp görecek bir terbiyede bulunmamış ve çalışmasının semeresini toplamaya kalkışmış olmasıyla yetinmeye başladığı semerelerin de bitip tükenmeyeceği belli olmuştur.

      Hanım ilk kazançlarıyla bakkala filana olan borcunu ödemeye başladı. Ancak kazancı çok olmadığından teslimatı pek az idi. Binaenaleyh borçlarını yavaş yavaş öder idiyse de kendisinin günlük idaresini çıkardığı gibi, mahut brik gemisinde bulunan biçare Ömerciği de aralıkta bir görüp gözetebilirdi. Çünkü o zamanlar gemi seferleri nadiren vuku bulduğundan bir kere İstanbul’a gelen gemi, uzun müddet tersanede kalabilirdi.

      Bu maişet sureti üzerinden üç ay kadar zaman geçtikten sonra hanım borçlarından kurtuldu ve epeyce rahata nail olduysa da gelin olup gideli dokuz ay geçtiği hâlde henüz bir selamına bile nail olamadığı kızının hasreti ve bu hasretten ziyade, durumunun neye vardığı hakkındaki merakı kadıncağız için yeni birtakım ızdıraplara sebep olmaya başlamıştı.

      Zaten böyle olması lazım değil miydi? İnsanoğlu, kamil bir saadeti tatmak için yaratılmamıştır. Biri geçtikçe diğeri katmer kaldıran mihnetler ve meşakkatler içinde ezilmek için yaratılmıştır. Sanki hayat içinde ezilmek için yaratılmıştır. Saadetin her gün beş eksiği tamamlansa ertesi günü o zamana kadar henüz görülmemiş olan yirmi beş eksiklik baş gösterir ve hâlbuki bunların birkaç yüz yirmi beşi dahi nöbetlerini bekleyip durur. Şu dengeden neşet eder ki en büyük bahtiyarların dahi her gün yüz gösteren saadetlerinin noksanları, kendileri