Ахмет Мидхат

Hüseyin Fellah


Скачать книгу

etmez. Veyahut ihtimal ki orada kızımın yanında kalırım. Hasılı buraya gelirsem başımı sokmak için bu evceğize yine muhtacım. Her nasıl bir suretle olursa olsun, gelmezsem evim, validenizin ak sütü gibi size helal olsun. Sizden gördüğüm iyiliğe, kardeşliğe mukabil bundan başka arz edecek hiçbir şeyim yoktur.” dedi ve İmam Efendi gayet tokgözlülük ile hanımın bu teklifini reddetmek istediyse de hanım cömertlikte İmam Efendi’nin altında kalmak istemediğinden ettiği ricalar ve ısrar üzerine, imamı zorla razı etti ve mahalle kahvesinden iki değil dört beş şahit bulundurarak bu işi onlara da dinletti.

      Hanımın İstanbul’la alakası, yalnız bu bir kümesten ibaret bulunduğundan onu da böylece sarf eyledikten sonra artık hiçbir alakası kalmadı. Binaenaleyh ramazanın on beşinci günü Eminönü’nde demirli bulunan Mısır gemisine tam bir dinlenmişlikle gitti. Yalnız İmam Efendi’den ayrılmak, bir hamiyetli kardeşten ayrılıyormuşçasına tesir ederek gözlerinden bir hayli yaş dahi indirdiyse de “Bir kardeşten ayrılıyorsam bir ciğerpareme kavuşmak için ayrılıyorum!” düşüncesi, kendisini teselli edebildi.

      O zamanların hac seferi, şimdiki Hicaz seferleri gibi yirmi gün ve nihayet bir ayda icra edilir bir şey olmayıp her türlü iyi tesadüfün yardımıyla birlikte ancak altı ayda icra edildiğinden ve özellikle gerek deniz ve gerek kara yollarında, gemiler ve ayakkabı tüccarlarını bekleyip duran türlü türlü tehlikeli yerlerden kurtulup gelmek öyle her kula müyesser olan şanslardan bulunmadığı için hacca gidenler gibi her ne vasiyeti varsa edip öyle giderlerdi.

      Ahirete gidenler bu surette giderlerse ahirete gidenleri gönderenler nasıl gönderirler? Burasına da dikkat etmek lazım değil midir?

      Bir yandan eş dost ve hısım akrabanın “Gidip gelmemek ve gelip bulmamak var.” diye hacılara sarılıp ağlaya ağlaya öpüşmeleri ve diğer taraftan gemiye henüz yeni gelen hacıların etrafında tekbir getirilmesi insanı mutlaka hüzne boğacak şeylerdendir. Fakat bu temaşanın bizim hanıma hiçbir tesiri olmazdı. Doluya tutulmuş olanın yağmurdan pervası kalmayacağı ve kös dinleyene davulun dümbelek kadar da gelmeyeceği muvazenesiyle bizim hanım gibi bütün elemlerin zehriyle zehirlenmiş olanlara da öyle olur olmaz seyirlerin, temaşaların bir tesiri olamayacağı ortadadır. O yalnız İmam Efendi’den ayrılacağı için üzülerek bu üzüntüsünü de kızıyla buluşma ümidi bertaraf eyledikten sonra artık her şeyden evvel kendisine bir yer bulmakla meşgul olmaya başladı.

      Gerçi tayfaların hepsi biçareye “navulsuz kadın”3 diye muamele ettikleri gibi bazı yolcular da hanımın fakir hâlini görerek istediği yeri vermemek için rahatsız etmeye başlamışlarsa da İmam Efendi, hanım için kaptana pek ziyade rica etmiş dolayısıyla geminin çorbacısı da kaptan tarafından özel bir emir almış olduğundan karıcığı her rahatsız edeni de azarlayarak, gemicilerin “lokanta” tabir ettikleri büyücek bir sandıktan ibaret olan mutfak ile bunun arkasında bulunan gemi direğinin arasını hanıma tayin etti. Ve yatağı filanını bizzat serip yerleştirdikten sonra oradan bir tarafa ayrılmamasını tavsiye ile çıktı, işine gitti.

      Bir mahzun yürekten kaptanın aldığı dua!.. Yolcuların gelmesiyle uğurlayıcıların resmî vedalarını bitirerek gemiden çıkmaları akşam ezanını bulmuştu. Hatta ramazan olmamış olsaydı yatsıya kadar da geminin yalnız kendi yolcularıyla kalamayacağı ortada idi. Her ne hâl ise o zaman hacı gemileri giderken âdet olduğu üzere bazı pek sadık dostlar ve pek muhabbetli hısımlar gemi, Ahırkapı hizasına geldiği vakit kayıklara atlayıp dönmek için yine gemi içinde bulunduğu ve kayıkları dahi gemiye bağlı olduğu hâlde tam iftar topları patlarken demir alınmaya başladı.

      Ve üç dört kulaçtan ibaret bulunan demir bir saatte alınabilerek saat bire doğru gayet hafif esen bir batı rüzgârı gemiyi Marmara’ya doğru sürüklemeye başladı.

      Bu gemi “Okyanus Şeytanı” isminde üç direkli büyük ve güzel bir Arap navisiydi4 ki içinde kadın ve erkek olarak seksenden fazla hacı vardı.

      Eminönü’nden Kızkulesi’ne doğru yalnız bir randa5 ve bir filika yelkeni ile gayet aheste giderek pupa tarafından gelmekte olan batı rüzgârına tam yelken verilirse Sarayburnu hizasında iskele alabanda edememek suretiyle, karşıda Salacak İskelesi’ne düşmek tehlikesini bertaraf ettikten sonra trinketaları, babafingoları, kısacası bütün yelkenleri birer ikişer açmaya başladı. Gerçi rüzgârın hafifliği böyle tekmil armayı fora etmeyi icap eylemiştiyse de rüzgâr yine gemiyi iskele bordası üzerine ağnatabilmekten aciz kalmamıştı.

      Şu hâlde Ayastefanos önünde atılan bir paraketa, Okyanus Şeytanı’nın saatte dört buçuk mil mesafe katettiğini haber verdi.

      Bu zamanda olduğu gibi o zaman da hacı gemisiyle seyahat pek ömür idi. Uzun bir yol için yolcuların tedariki herhâlde mükemmel olduğundan gemi içinde bolluk dizde olmasından başka, beş vaktin deniz üzerinde cemaatle kılınması da başkaca bir zevk yerine geçerdi. Hele seferin işbu ilk gecesinde güzel sesli bir efendi grandi çanaklığına çıkarak yatsı ezanını okuduğu zaman havanın dahi ortada olan müsaadesinden dolayı herkesin abdest telaşına düşmüş ve namaza acele göstermesi gerçekten bir safa idi. Tam mehtaba karşı teravih kılındı. Ondan sonra ortalığa bir sükût ve sükûnet gelerek yalnız hatim sürenlerin birer ufak yol feneri ziyasında okudukları Kur’an’dan ve bir de aralıkta Arap kılavuzun provadan dümenciye “Işkala sangak!” diye verdiği iskele ve sancak kumandalarından başka bir ses işitilmezdi.

      Hayır, hata ettik. Onlardan başka bir ses daha işitilirdi ki o da rüzgârın gayet hafif bir suretle dalgalandırabilmekte olduğu denizin, kendisini adi bir süratle yarıp geçmekte olan gemiye güya latife yollu yavaş yavaş tokatlıyormuş gibi borda kaplaması üzerine şapır şapır vurmasından hasıl olan latif şamatadır. Kadrükıymetini bilenleri pek ziyade mütelezziz edecek olan bu şamatayı ihbar ve ihtar etmeden geçmek reva mıdır?

      Bu gidişle ertesi sabah Marmara Adası iskele tarafından görünmeye başladı. Bu ada ile Rumeli sahilleri arasından geçilerek ikindi üzeri Gelibolu göründü. Yolculardan bazıları seferî olup oruç tutmamak hasebiyle canlıca bulunur ve bazıları “Eğer seferîlikle beraber oruç tutarsanız sizin için hayırlıdır.” hükm-i şerifine hac yolunda bulunmak münasebetiyle bir kat daha riayet ederler idiyse de umumu birden dünyada İstanbul’dan başka memleketler olduğunu yalnız işitmiş ve fakat İstanbul’dan başka memleketlerin nasıl şeyler olduğunu ve olacağını düşünmemiş ve hayal dahi etmemiş olduklarından Gelibolu görüldüğü zaman hepsi küpeşte üzerine dizilerek seyretmeye başlamışlardır. Bu memleketi bazılarının Anadolu Hisarı’na ve bazılarının Rumeli Hisarı’na benzetmeleri umum için bir eğlence olmuştu. Hele tuhaflardan birisi “Hayır hacılar! Gelibolu, Anadolu Hisarı’na da benzemez Rumeli Hisarı’na da. Benzeyeceği bir yer varsa yine Gelibolu’dur. Gelibolu yine Gelibolu’ya benzer vesselam. Boşuna mücadele etmeyiniz.” demişti ki bu söz bütün hacılar ve haceler için umumi bir kahkahaya sebep olmuştu.

      Batı havasıyla Gelibolu Boğazı’na yaklaşan bir geminin voltaya mecbur olacağı, ehl-i vukufa malumdur. Binaenaleyh denizin ve geminin latif suretlerini, daima nazar-ı dikkatle müşahede edenlerin her şeyden ziyade burada Hacıbaba diye isimlendireceğimiz Arap navisinin kâh Anadolu ve kâh Rumeli sahillerine başvurarak istihkâmları ve tepeleri birer birer selamlamakta olmasını beğenseler hakları vardır.

      Esmekte bulunan hava daima ilk hâliyle esmekte bulunduğundan gemi o gün akşama kadar değil o gece sabaha kadar ancak Çanakkale Boğazı’ndan dışarıya çıkabildi. Sabah namazı için uyanık bulunanlar, Bozcaada’yı sabah namazından sonra görebilmişlerdi. Ancak boğazı çıktıktan sonra batı rüzgârı birkaç kerte kuzeybatıdan gelmeye başladığı gibi şiddetini de gereği