Ахмет Мидхат

Hüseyin Fellah


Скачать книгу

hissettikleri acının beş on mislini ve belki de ölçüye, tartıya sığmayacak miktarını analarının ve babalarının ağladıklarını gördükleri zaman hissetmişlerdir. Evet öyledir! Ve öyle olmak lazım gelir! Bir kere düşünsenize, ana ile baba nedir? Ana ile baba var oldukça insana bela, musibet, felaket gelmesi tasavvur edilebilir mi? Validenin kucağı evlat için her felakete karşı bir siper, bir dayanak ve bir sığınma yeridir.

      Anne evladını yüreğine bastı mı artık oraya tasallut için Azrail’e bile yol vermemek gayretine kalkışır. Ya baba? Ya baba? O her şey için bir koruyucudur. Çocuğu bağrına basmış olan validenin etrafında aslan gibi dolaşıp oraya uzanacak tasallut pençesine kendisi göğüs gerer. Evladını muhafaza eden anneyi de evladını da kendi muhafazası ve himayesi altına alır. Bu açıdan bakılınca baba ve anneyi sıkıntılı, dertli ve ağlar görmek, evladından ümitvar görmek, hele bu ümitten de meyus görmek, evlat için ne büyük teessürlere sebep olur.

      Kız ile ana birbirinin yüzüne baktılar dedik. Malumdur ki birbirinin yüzüne bakan iki kimsenin ikisi de birbirine söyleyeceği bir söz olduğuna hükmederek, açıklama isterler. Hele esen bir rüzgârdan bile yardım uman insanlar, her çehreden bir haber beklerler. Bizim ana ile kızın dünyada yardım beklediklerinden böyle yüz yüze bakınca ikisi de birbirinden izahat beklerler.

      Ana: “Ne baktın yavrum? Aklına bir şey mi geldi?”

      Kız: “Hayır! Senin söyleyeceğin bir şey mi var yoksa?”

      Ana: “Yok kızım. Ne söyleyeyim?”

      Bu aralık Kılıç Ali Paşa Camisi’nden sabah namazını kılıp dağılan cemaati kız görünce aklına gelen bir şey üzerine anasını kolundan tutup cami kapısına doğru yürüdü. Ne yapacağını henüz anası bilmiyordu. Kapıya varınca kız, henüz parmaklarındaki kınaları solmayıp akik gibi parlamakta bulunan bir güzel eli titreye titreye cemaate karşı açmasın mı?

      Anası bunu görünce “Hay!.. Bunu da mı gördüm?” kelimelerini -halktan utandığı için dişleri arasından- söyleyebilip kapının söğesine yığılıverdi.

      Acayip! Bunlar dilenci takımından değildiler ha?

      Vay! Siz hâlâ bunları sokak döküntüsü mü zannediyorsunuz? Hiç bunlar o takımdan olsaydılar, velev ki bir kepenk altından ibaret olsun kendilerine yuva kabul ettikleri yerde yan gelip zevklerine bakmazlar mıydı?

      Billahi muharrir efendi! Artık siz de hüküm yürütmeyi pek incelttiniz ya! Kepenk altından ibaret bulunan bir yuvada yan gelinip yatılır mı? Sefaya bakılır mı?

      Vallahi ey sevgili okuyucular! Beşerî saadeti, en büyük konaklarından başlayarak böyle kepenk altlarına ve ta mezarlık içlerine kadar her yerde aradım. Her yerde de nispet ve ölçüsünü bir buldum. En büyük konaklarda saadetin birkaç cihetten noksanı var. En küçük yuvalarda da yine topu topu birkaç cihetten noksanı var. Fakat o birkaç cihetler tamamlanırsa saadetin de ikmal edilmiş olacağına hükmedemem. Zira o hâlde de yeni birkaç cihet noksan görülür. Elinde seksen bulunan, onu yüze tamamlarsa bunu tamamlamış olacağı inanç ve beklentisindedir. Elinde sekiz yüz bulunan da onu bine tamamlarsa bu ikmal etmiş olacağını hesap eder. Hâlbuki yirmiyi beklemekle iki yüzü beklemek bekleyenler için aynı ölçüdedir. Elinde sekseni bulunduğu hâlde yüzü bekleyenler, öte tarafta sekiz yüze, sekiz bine, seksen bine, sekiz yüz bine, sekiz milyona malik olanlar dahi bulunduğunu hesap edince eğer ki yüreğinden fıkır fıkır kaynayan bir kan cereyan ettiğini hissederse de bir şiddetli göğüs geçirişin ciğerlerine doldurduğu külliyetli hava bu kaynar kana serinlik verebilir.

      Size şu nispeti, umumi bir nispet olmak üzere yalnız kemiyet üzerine arz ettim. Keyfiyet üzerine arz etmedim. Siz bu kemiyetlere hangi keyfiyetleri nispet ederseniz muhakemeniz doğru çıkar. Bakınız size ben de şöyle bir nispet yapayım. Hem de tabii olduğu için inkâr kabul etmez. Zira mantıken her tabii aşikârdır.

      Âlemde toprak üstünde yatanlar vardır ya? Tahta üstünde yatanlar da vardır. Bir kaba hasır üzerinde, bir seccade üzerinde, bir kangal yatak üzerinde, bir adi şilte üzerinde, pamuk şilteler üzerinde, kuş tüyü şilteleri üzerinde… Artık bunun daha ilerisi yoktur ki zikredelim.

      Bunların hepsi rahat rahat yatar mı yatmaz mı? Acele edip de “Yatmaz.” demeyiniz. Kabul etmem. Ben yatar derim. Rahat yatar. Hem de pek rahat yatar. Çünkü pek rahat yatmamış olsa uyku uyuyamaz. Zira uyku demek, en dikkatli bilginlerin en dikkatli araştırmalarını üzerine verdikleri hükme göre vücudu rahatın istila etmesi demektir. İspatı da pek kolay. Uyku vücudu dinlendirmek için yaratılmıştır. Yorgun vücut uyku ile dinlenir. Dinlenmek demek yorgunluğun defedilmiş olması demektir. Bir şeyi yalnız onun zıddı defeder. Yorgunluğun zıddı ise rahattır. Öyleyse vücuttan yorgunluğun gitmesi demek rahatın gelmesi demektir. Öyleyse hükmederiz ki uykunun gelmesi, rahatın gelmesi ve uykunun vücudu istila etmesi, rahatın istilası demektir. Şimdi yukarıda saydığımız çeşitli yataklar üzerinde yatanlar rahat etmemiş olsalar nasıl uyuyabilirler?

      Gerçi bunlar, kendi yataklarından daha güzel yataklar var olduğunu bilirler. Ben de bilirim. Benim yatağım pamuktan olduğundan onun fevkinde bir de tüy yatak olabileceğini düşünmekle hatta bir tüy yatak edinmeyi de bazı bazı arzu ederim. Karyolam dahi adi bir karyoladır. İhtimal ki bir de yaldızlısını arzu ederim. Fakat hiçbir vakitte zihnim bir altın karyolaya, bir sırmalı yatağa kadar varmaz. Bu kıyasla hesap ederim ki toprak üzerinde yatan adam, haydi benden daha zeki veyahut daha açgözlü olsun da tahtayı, kaba hasırı, seccadeyi, kangalı, adi şilteyi filanı atlayarak doğrudan doğruya pamuk şilteyi arzu etsin! Edinemeyince ne yapar? Bir ah eder. Yine toprağı üzerinde yatar. Yine rahat eder. Çünkü uyur.

      Şu nispetleri, mesken hususuna da tatbik edince kepenk altında yatanların hâlâ yan gelip zevklerine bakabileceklerine itiraz edilir mi?

      Öyleyse mademki bizim ana ile kız, ana cami kapısının sövesi üzerine yığıldı. Kendisinin bu gibi rezaletlere alışkın bir kadın olmadığına hükmetmek lazımdır. Çünkü ortaya koyduğumuz ölçüler icabınca kuş tüyü şilte üzerinde yatmaya alışmış olan bir vücudu birdenbire toprak üzerine indiriverirlerse o vücut rahatsız olur. Hatta toprak üzerinde yatanı birdenbire kuş tüyü şilte üzerine çıkarırlarsa yine rahatsız olur ya? Yükseliş ve alçalış, kâr ve zarar tesirce mütenasiptir. Zamanımızda birkaç emsalini gazetelerde hepimiz gördük ki Rumeli hisselerinden otuz bin lira kazananlar arasında bazıları çıldırmış, bazıları da dayanamayıp vefat etmiş olduğu gibi Komisyon hanında, külliyetlice para kaybedenlerin de bazıları çıldırmış, bazıları da telef olmuştur.

      Bizim en ziyade teessüf ettiğimiz şey şudur ki ana ile kız cami kapısına vardıkları zaman cemaatin artık sonu çıkmakta olduğundan ve onlar da hamal Cemal takımından adamlar olduğundan biçare kızcağıza bir para veren bulunamamıştır.

      İşin sonunda kız anasının koluna yapıştı. Ve dizlerinin titremesinden dolayı yürümeye mecali olmayan validesini sürüklemek nevinden bir götürüş ile caminin sağ tarafında bulunan cenaze namazgâhına kadar götürüp namazgâhın sol tarafındaki saçak altına yatırdı. Kendisi de validesinin yanına yatıp elini eline alarak ve sonra birkaç defa muhabbetle öpüp koynuna sokarak yorgunluğun galebesiyle, aç açına garip bir uykuya dalıp gittiler.

      Dördüncü Kısım

      Ana ile kız gözlerini açtıkları zaman, başlarına yaklaşmış olan bir güzel yaz güneşinin ortalığı güzelce ısıtmış buldular. Bu güneş kendileri için pek hoş görünmüştü. Sanki bütün ömürlerince hiç güneş görmemişler gibi bu güneşe gerek anası ve gerek kızı bayağı sevindiler. Acaba âlemde hiçbir şeye malik olmayanlar için güneş dahi mülkten mi sayılır? Öyle olması gerekir. Zira o gece yağmurdan sırılsıklam ıslanmış