y’da ufacık bir oda. Tantanalı değil, lakin pek temiz döşenmiş bir odada, yüzünde bir güzelliğin harabeleri görünen elli elli beş yaşında bir kadın minder üstüne oturup bir şey dikiyordu. Gözü dikişte, eli iğnede, lakin zihni başka yerde olup bir şey düşünüyor; düşündükçe mahzun ve mükedder olur gibi görünüyordu. Biçare ihtiyarlar geçmiş şeyleri hatırlarına getirdikçe mahzun olurlar. Çünkü ömürlerinde geçirmiş oldukları sevinç günlerini andıkları vakitte o günlerin bir daha avdet etmeyeceğine teessüf ederler ve çekmiş oldukları kederleri yâd ettiklerinde gönüllerinin yaraları tazelenir. Bu kadının karşısında on sekiz on dokuz yaşında, yüzünde hâlâ tüy tüs yok, pek güzel, gecelik esvabıyla giyinmiş bir genç oturup başını eline dayatmış ve yastığın üzerinde bir kitap açmış, fakat gözlerini kitaba değil, karşısındaki duvara dikip derin derin düşünmeye varmış ve hayran hayran bakakalmıştı. Minderin karşısında bir sandalye üzerinde, ne yaşta olduğunu fark edemem, lakin ihtiyarca görünür bir Arap karı oturup yüzünü iki eline ve dirseklerini dizlerine dayatmış ve bir büyük hayret ve taaccüple gözlerini kadından oğlana ve oğlandan kadına gezdirirdi. Kadın, Arap’ın bu türlü bakışını yan gözle gördüğü gibi, başını kaldırıp, Arap ise renk vermemek için gözlerini kapıya doğru çevirip tavana doğru kaldırmaya, velhasıl kadının ve oğlanın yüzüne bakmaya mecbur oldu. Kadın o vakit yüzünü gence çevirip öyle dalmış olduğunu gördüğü gibi “Oğlum Talat, ne oldu sana bugün? Âdetin üzere okuduğun şeylerden bize bir şey söylesene. Baksana, dadı onun için bekliyor. Hem de dadı çok merak etti o hikâyenin sonunu dinlemeye… İşte bir saat var ki bir sana bakıyor ki başlayasın, bir bana bakıyor ki sana söyleyeyim. Lakin kendisi söylemeye utanıyor.” dedi.
Dadı, sandalye üzerinde bir hareket ederek “Ha ha, buyuk hanim iyi söyler, ben şok ister o hikaaye dinlamak. Şok güzel hikaaye… Amma bakar ki, hanım dikmağa dalmış, bey duşunmağa varmış, ben de sukuut eder durur. Kuşluk işun hazır yemak var. Ahşama yabacak, amma vakıt var bende?..” diyerek sözü uzatır.
Talat Bey Arap’ın manasız sözlerini dinlemeyip “Ah anneciğim, bilmem ne oldum, bugün keyfim yok.” dedi.
“Allah’a emanet, oğlum nen var?”
“Bir baş ağrısı, bir sersemlik, bir…”
“Vah vah!.. Oğlum, hastalık şakaya gelmez, kendini bir hekime göstermelisin.”
“Aman buyuk hanim, bu hakimlar! Baş agrisi hakim eyi yabmaz, okutmali ha? Baş iyi olmak ister, baş agrisi gitmak ister, okutmali, ha ne ya hanım. Gaşan sene bana nasil sitma galdi! Uş ay sitma… Hakim galir gıdar, hab verir, hem ne hab! Zehir! Şok defa boğazıma galdi. İlahi ya Rabbi! Ne şakdi ben o hab ile… Hab adamı eyi eder mi? Hab sitmaya ne yabar? Sonra, Allah razi olsun, bizim abla galdi, beni gordi, tanimadi; o kadar ben zaif oldi. Benim boyun ip gibi oldi… Abla aldi habi, attı pencereden… Beni aldi, Kocamustafabaşa’ya goturdi. Orada bir herif var, amma onun nefesi menşur! Heb İstanbul ona gidar. Amma sitma, yalniz sitma iyi eder o. Baş agrisine, başka şeye karişmaz, Beni okudi, bagladi… İşte bag hâlâ kolumda durur. Hiş o vakıttan beri ben sitma görmedi.”
“A dadı, o şeylere sen ben inanırız, şimdiki gençler inanmaz; boşuna yorulma.”
“Aaaa! Ona kim inanmaz? O her kımı okudiysa eyi etti. O, kitabla, heb kitabla, kitabdan okumuş amma nefesi de var. Haa, herkes okur amma nefes başka şey…”
Dadı nefese dair ne kadar söylese doymaz. Lakin ko söylesin! Saliha Hanım bu türlü itikada çok bağlı olmadığından Arap’a yukarıdaki cevabı verdikten sonra, ne o ve ne Talat Bey dadının laklaklarına kulak asmayıp birbiriyle söyleşmeye başladılar:
“Bugün kaleme gitme oğlum. Ayşe Kadın’ı eczaneye gönderelim, bir hekim bulsun getirsin.”
“Aman valideciğim, çok ehemmiyet verdiniz. Bir şeyim yok; kaleme gittiğim gibi açılırım. Ne hekime gerek kalır ne bir şeye.”
Talat Bey kalkıp giyinmeye gider; giyinirken yüz bin hülya zihnine gelir, geçer.
SOHBET
Ayşe Kadın, Talat Bey’in gitmesiyle beraber, Saliha Hanım’a yaklaşıp “İşte hanim, ben sana her gun söyler. Maşallah, Allah emanet, şocuğun yirmi yaşına vardi. Şimdi evlendirmeli, eve galin gatirmeli. Allah koruya şocuğu aldadup da bir yere iş guvaysi alirlarsa biz ne yabar? Bir evde iki ihtiyar kadin… Galin evin şenliğidir. Bu şocuğu evlendirelim.” dedi
“Yok yok dadı, korkma. Benim Talat’ı görmez misin ne kadar usludur? Beni ne kadar sever. Hiç evini bırakıp iç güveyisi olur mu? Hiç sen onu merak etme; o benim bileceğim şeydir. Talat daha çocuk! O yaşta çocuğu evlendirmek hatadır.”
“Ah hanim, bu İstanbul fena. Kizlar, hanimlar incecik birer yaşmakla şıkar, gazar; guzel şocuk gorur, aşnalık eder. Şocuk da ne kadar olsa şocuk, aldanur da ben korkar hanim… Ben şok korkar. Bugün Talat Bey şok duşunur. Hasta değil ha, ben sana soyler hasta değil, amma başinda sevda var. İşte ben bunu hanima söyler. Yine sen bilir; ben böyle anlar.”
“A Dadı, sen de söylediğini bilmezsin, gaipten haber vermek istiyorsun. Oğlum öyle şeylere aldanmaz. Yok yok, Talat’ım usludur. Ah, çok hoşnudum oğlumdan. Allah bağışlasın, zamane gençleri gibi değil. Ah! Merhum pederi can çekişirken Talat’ı iki gözünden öpüp ‘İşte bu çocuğa beraber terbiye verecektik; lakin ne çare, bana kader müsaade etmedi bunun terbiyesi sana kaldı, ihtimamsız davranma.’ diyerek, bir eli çocuğun yüzünde ve diğer eli benim elimde olduğu hâlde canını teslim etti. Talatçığım o vakit altı yedi yaşında idi. Biçare pederi ne kadar severdi; zavallı, hasret gitti. Daima Cenabıhakk’a dua ederdi ki bu çocuğu terbiye edip okutmak için hiç olmazsa çocuk yirmi yaşına varıncaya dek bana ömür ihsan eyle. Ne çare, kaderi öyle imiş, nur içinde yatsın!.. Hele bin kere hamdolsun Talatçığım pederinin istediği üzere terbiye olundu. Ah dadı, Allah’a şükredelim, böyle çocuk İstanbul’da nadir bulunur yahut hiç bulunmaz; sorsana bir defa, komşuların çocukları böyle mi? Her gece evlerine gelirler mi?”
“Allah emanet, Allah bağişlasın, ben onu demez, amma bizim mamlakatta şocuk on beş on altı yaşında evlenir; heb böyle. Bu İstanbul’da otuz yaşinda, kırk yaşinda evlenir. Talat Bey şimdi kaş yaşindadir?”
“İşte şimdi nisan çıksın, mayısın beşinde on dokuza basar.”
“Maşallah! Vakti gaşmiş, bizim mamlakatta olaydi dört sene avvel evlenir. Ah hanim, nasıl gaşiyor zaman, nasıl gaşiyor zaman! Su gıbi gaşiyor zaman! Ben galdi, iki sene gaşdi, Talat Bey dogdi.”
“Demek olur ki senin geldiğinden sekiz sene sonra ben dul kaldım.”
“Yaaa…”
“Talat’ın babasını iyi bilirsin öyleyse.”
“Nasıl bilmez? Rahmet canina, şok eyi ademdi. Ah melek gibi adem! Hişbir vakit bana bir fena soz soylemedi. Kaş sene oldi şimdi hanim ben galdi?”
“İşte, yirmi bir sene oluyor.”
“Yirmi bir sene! Ah ya Rabbi! İhtiyar oldi gitti!”
“Kaç yaşında varsın acaba dadı?”
“Ne bilir ben hanim. Ben ufak kız idi mamlakatta; ana var, baba var, karindaş, buyuk kiz karindaş, ev dolu benim. Bir gun ben, başka kızlar beraber seyre şıkdi kasabadan uzak, uş saat, dört saat uzak… Orada uş adem galdi, ecderha gibi at binmiş, uzun sungu elde, bizi aldi. Amma aldatti bizi; ‘Anaya gider, babaya gider.’ dedi. On gun, on beş gun gitdik, Mısır’a galdik! Ah Mısır! Buyuk kasaba, guzel… Başka kız Mısır’da satti; beni aldi, gamiye kodi, Tunus’a goturdi. Tunus da guzel kasaba. Ah, Tunus’ta beni satti; bir efendi aldi; buyuk efendi. Buyuk saray var, iki yuz halayık Arab… Bayaz… Uşak, kul şok… Atlar, ne kadar, ne kadar… Kırk sofra, elli sofra kurulur her gun. Orada yırmi sene oturdi ben, sonra azad oldi, buraya galdi. Şimdi kaş sene oldi, hanim aman?”
“Peki, yirmi sene Tunus’ta oturdun, yirmi bir sene de burada, oldu kırk bir. Seni esir tuttukları vakitte kaç yaşındaydın?”
“Ah hanim, ben ne bilecak? Ben kiz idi, ufacık bir kiz; ben mamlakati az hatırlar. Amma baba, ana beni şok sever o vakit. Bana gerdanlik yabmiş, kupe yabmiş, bilezik yabmiş, heb gumuş, beyaz. Şok zengin var bizim mamlakatta… Şok mal, deve, goyun… Ne kadar, ne kadar… Amma bu goyun gıbi değil, buyuk goyun, bizde dört okka, beş okka süt bir goyun.”
“Demek