Şemseddin Sami

Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat


Скачать книгу

Rıfat Bey o zaman on sekiz on dokuz yaşında olacaktı.

      KEDER

      Ben on altı yaşıma bastığımı hatırıma getirdikçe kendi kendime “On altı yaşında bir kızla on sekiz yaşında bir çocuk evlenebilirler, çilemiz bitti inşallah!” diyerek sevinirdim. Hatta bunu Rıfat Bey’e dahi yazmıştım; onun dahi ümidi tazelenmişti. Bir gün odamda yalnız oturup dikiyordum. Bakarım ki annem girdi, kapıyı itiverdi, yanıma geldi, oturdu. Dikişime bakar gibi filan olur; nihayet “Kızım!” dedi. “Sen on altı yaşını geçtin, kocaya varacak vaktindir, bahtın da müsaade etmiş, seni bir büyük evden istiyorlar. Gayet varlıklı, zengin, kişizade bir efendi seni istiyor. Biz pederinle düşündük pek çok münasip gördük… Allah’ın emriyle… seni ona vereceğiz.”

      Bu sözü işittiğim gibi iğne elimden düştü, gözlerimde bir duman peyda oldu; benzim nasıl oldu ancak gören bilir… Söz söylemeye mecalim yok, lakin “Şayet şu efendi Rıfat Bey’dir.” diye yine ümidi büsbütün kesmedim. Her ne kadar ki annem “gayet varlıklı” dedi, bu söz bana çok ümit vermezdi. Lakin tabii âdettir, insan ne büyük felaketlere ne de büyük sevinçlere birdenbire inanmaz. Gönül bir müftüdür ki istemediği şey için pek kolay fetva vermez.

      “İşte sükût edersin, rızan vardır demek olur. Artık bitti, inşallah hayırlı…”

      “Ooo… Ne! Nasıl!.. Ben şimdiden evleneyim! Aaaa, yok… Annem, yok… Ben… ben… ben evlenmem. Beni isteyen?.. Beni… kimse… istemez… Bunları siz kurarsınız… Ben…”

      “Aaa kızım!.. Sen çocuk mu oldun! İşte dedim sana ya, bu talih her gün önüne gelmez. Nasıl ‘Beni kimse istemez.’ dersin? Hani ya geçen hafta görücüler gelmedi mi? Senin hiç haberin yokken onlar sana baktılar, beğendiler… İşte iş meydanda… Kocan olacak efendi Ahmet Bey isminde…”

      Ben şu Ahmet Bey ismini işittiğim gibi, Rıfat Bey’in olmadığını anladım, meyus oldum. İnsan meyus olduğu vakitte -hem öyle meyusiyet- mahcubiyeti kalkar, korkusu da gider, cesur olur. Pek çok kızdım, ayağa kalktım.

      “Aaa… Anne! İşte dedim a, evlenmem vesselam! Zorla beni evlendirmek isterseniz evlendiriniz! Benim rızamı niye sorarsınız? Ben şimdilik evlenmem!” diyerek odadan çıktım. Dadımın odasına gittim, başımı bir yastığa koyup hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bir saat kadar böyle ağladım. Dadı mutfakta idi. Bir de gelir, beni o hâlde görür, biçare kadıncağız şaşar, “Ne oldu!.. Ne oldu!.. Kim öldü? Ne var, a kızım?.. Ne ağlıyorsun?” diyerek çağırır.

      Ben başımı kaldırıp:

      “Dadı, ne diyorsun? Ne şaştın böyle?.. Kim ölecek? Ah, keşke ben öleydim de… bu olmayaydı. Aaah dadı, ah!..”

      “Canım, ne var? Aman söyle çabuk…”

      “Ne olacak… Annem… beni evlendirmek… istiyor… Ben şimdi…”

      “Ah kızım, Allah’tan bulasın! Ne yaptın bana! Az kaldı bayılıyordum. İnme isabet edecekti. Of… Allah!.. Kalk kız, biraz soğuk su ver bana… Çabuk, çabuk… Bayılıyorum!..”

      Dadıyı fena hâle getirdim. Biraz su verdim, içti, kendini topladı:

      “A kızım, bunda ağlanacak bir şey var mıdır? Ben zannettim ki, Allah esirgeye, ya efendi ya hanıma bir şey oldu da… Meğer seni evlendirecekler, sen sevinmeliydin a kızım, değil ağlıyorsun. Evlenmeyi fena bir şey mi zannediyorsun? Kocayı umacı mı sanırsın?”

      “Yok yok, ah dadı, sen bilmezsin! Ben evlenmek isterim… Ama… Yok yok… Diyemem.”

      “Söyle, söyle bakalım, acemi olma.”

      “Ne söyleyeyim… Baksana şu kâğıdı okuyayım, sen dinle…”

      Böyle diyerek, ağlayarak o mahut ahitnameyi cebimden çıkardım; utanarak, sesim titreyerek okudum. Dadı işitti; bu defa gülmedi. Gördü ki iş gülünecek bir raddede değil.

      “Ağlama kızım, gözlerini sil. Ben gider annene söylerim de razı ederiz, haydi korkma.” diyerek kalktı, annemin yanına vardı. Ben yalnız kaldım. Biraz teselli buldum. Dadıyı dört gözle bekliyordum, dadı da geldi.”

      “E, anneme söyledin mi? Ne dedi?”

      “Söyledim ya… ‘Peki’ dedi. Bakalım, şimdi gitti efendiye danışmaya.”

      “Ah, babam da işitecek bunu!.. Ah biçare ben, ah!.. Nasıl çıkayım önüne!” diyerek kalktım, ayaklarımı yavaş yavaş basarak babamın olduğu odanın kapısına gittim; perdenin arkasından işittim ki bu türlü konuşuyorlardı:

      “Aaa! Yok, yok… Olmaz, imkânı yok; olur şey mi ya? Çocuk iyi, gerçekten iyi, pek güzel çocuk, ama ne yapayım o pederi var… Hiç öyle adamın evine kız verilir mi? Kızımı öyle bir eve vermektense öldürmek daha iyidir. Sonra, o zavallı çocuğun da bir şeyi kalmadı; pederi malını menalini yedi içti; bir şey kalmamıştır. Çocuk da daha çocuk; ne biliriz yarın o da ne ahlak peyda eder. Hiç o çocuk, Ahmet Bey’den üstün tutulur mu?”

      “Hakkın var, hakkın var ama ne yaparsın? Sana dedim a, söz bağlamışlar ki birbirini almazlarsa kendilerini öldüreceklerdir! Haa, şakaya gelmez, bir tane kızım vardır, Allah esirgeye.”

      “Adaaam, sözdür o. Ufak çocuk, bir şey yazmış da ne olacak?”

      “Öyle deme!.. Sevdadan olmadık şey yok dünyada.”

      Ben perdenin arkasında durup bu sözleri dinliyordum ve her saniyede gönlüm bir ümit tarafına sapar ve bir meyusiyete dönerdi. Bir de bakarım ki Gülizar merdivenden çıkıyor; beni gördüğü gibi cebinden bir mektup çıkardı. Koştum, mektubunu elinden kaptım, açtım, okudum: Baktım ki Rıfat Bey’in bu musibetten haberi yok; âdeti üzere yazmış. Hemen odama koştum, kaleme alıp işbu mektubu yazdım:

      Rıfat’ım,

      Ah!.. Bu mektup ne kara haberler getirecek!.. Ah! Beni evlendirmek istiyorlar… Ah!.. Beni evlendirmek de sana vermemek!.. Demek olur ki ikimizin canına kastediyorlar. Ah!.. Ah Rıfat’ım!.. Ben anneme söyledim ki evlenmem; dadıma ahitnamelerimizi gösterdim, kendimi öldüreceğimi söyledim. Dadı buralarını anneme söyledi. Annem, babamla konuşurlarken ben perdenin arkasından işitiyordum: Seni istiyorlar ama… sizin evinize beni yollamak istemiyorlarmış, Rıfat’ım! Valide hanımı kandırıp da seni evvelemirde iç güveyisi girmeye bırakırsa ve anneme gelip söylerse Hak Taala’mdan ümit ederim ki bir şey olur. İnşallah, Cenabıhak iki genç insanın kanının dökülmesine razı olmaz. Rıfat’ım, Allah’a ısmarladım. Cevabını acele bekliyorum. Ah!.. Ah!.. Ah!..

Saliha

      Bu mektubu temize çekmeksizin Gülizar’ın eline koydum, yolladım: O gün akşama kadar gönlüm karar bulmazdı. Odamda sürekli gezerdim. Akşam, pederim yemeğe çağırdı ise de gitmeye utandım; hem de gözlerim yaş dökmeden bir dakika durmazdı ki… Ah! On senelik bir sevda, bir saat içinde gönülden çıkmaz!.. Ah, ne bir saat, bin yılda da çıkmaz! Sevilen adam unutulmak!.. Ah! İşte, imkânsız şeyler… Nihayet o gece bazısı ümitlendirir ve bazısı meyusiyet getirir bin türlü hayaller kurduktan sonra uyumuşum. Uykumda bazısı tatlı tatlı ve bazısı korkulu korkulu bin türlü rüyalar gördükten sonra sabahleyin uyanırım; bir iki dakika nerede olduğumu, ne hâlde bulunduğumu hatırıma getiremem. Nihayet kendimi topladım, bir büyük felaketin içinde, bir büyük tehlikede bulunduğumu anladım. Bir köşeye çekilirim; düşünürüm, ağlarım. Bir iki saat böyle geçtikten sonra bir de pencereden bakarım ki bir hanım geliyor, gördüğüm gibi Kâmile Hanım’ın olduğunu tanıdım; artık o sevinç, o sevinç!.. Güya hep o kederden kurtuldum, güya beni bir sürü düşmanların elinden kurtarmak için gökten bir yardımcı indi; gönlüm