gidiyor!.. Bir iş yaptılarsa annem gelecek, bana söyleyecek. Hele dur bakalım… Ah, nasıl geçmiyor zaman! Nasıl uzadı saatler!..” diyerek bir iki saat (Bir iki saat, saate bakarak; yoksa bana sorsan bir iki ay!) daha düşünmekle geçirdim. Bakarım ki Gülizar kapıdan giriverir, cebinden bir mektup çıkarır, bana verir. Bu mektubu nasıl aldım, nasıl açtım? Hiç bilmem… İşte nasıl yazıyordu:
Ah!.. Saliha’m… Ah!..
Bu son defadır ki sana yazıyorum!.. Eyvah bu son defadır ki sana hitap ediyorum!.. Sevdiğim, altı senedir ki seni göremiyorum! Beraber konuşamıyoruz! Ah… O mektepte olduğumuz zamanlar, ah o zamanlar! Nasıl çabuk geçti!.. Nasıl kıymetini bilemedik! Her dakikası dünyalar kadar değerdi! Ah… Ah o zamanlar geçti de bir daha dönmeyecek! Bir daha, gözlerim Saliha’yı göremeyecek… Bir daha konuşamayacağız!.. Altı yıldır sabrediyoruz; nasıl ediyoruz, niçin ediyoruz? Bir ümit ile, evet bir ümit ile… Yine görüşmek, bir gün birleşmek ümidi ile… Lakin eyvah!.. Bu ümit bitti… Bu ümit daha yok… Evet, yok! Şimdiden sonra yok artık! Anan, baban… Ah o zalimler!.. Bizi birleştirmek istemiyorlarmış, seni nişanlamışlarmış! Evlendirecek kızları yokmuş artık!.. Ah biçare Rıfat!.. Ah… Ah!.. Zavallı Saliha! Ah, ne yapalım, esiriz… Kendimize malik değiliz, istediğimizi yapamayız, evet, kendimize malik değiliz, lakin hayatımıza, ölümümüze malikiz!.. Kendimizi yokluk çölüne atabiliriz… Orada hür yaşayabiliriz… Bu dünyada hürriyet yokmuş. Dünyanın en ziyade hürleri esir imişler! Hemen bu dünyadan kurtulalım Saliha’m, benim hançer önümde duruyor; ahitnamemiz ve senin gönderdiğin mektuplar koynumda duruyor ki onlar dahi kanla boyansınlar! Gözyaşlarımız üzerlerine düşmüş, kanımız da üzerlerine dökülsün!.. Saliha’m, senden bu mektubun cevabını bekliyorum; bir daha o güzel elinle yazılmış yazıyı göreyim de sonra kendimi öldüreyim!.. Sen de… Saliha’m… sen de… bildiğin… istediğin gibi yap… Ah felek!.. Ah… Bu sözü bana nasıl söyletirsin? Ah, bu vücutlarımız toprak altına girecek… dökülecek… çürüyecek!.. Eyvah, eyvah, senin o nazenin vücudun, o gül gibi yüzün çürüyecek, bir daha göremeyeceğim! Lakin yok… Yok yanlış söyledim, o mezarda çürüyecek şey, etten, kemikten ibaret bir şey; sevişen, ruhlarımızdır. Evet, ruhlarımızdır ki, bu cisim kafesinden kurtuldukları gibi, görüşecekler… Ah, şüphem yok ki görüşecekler. Cenabıhak böyle iki âşığı ayırıp bir daha görüştürmemeye razı olmaz! Ah Saliha’m ah!.. Bu mektubu kapamayı gönlüm istemez… Daha yazmak isterim, lakin elim kaldı, zihnim durdu, gözlerim görmez oldu. Hemen Allah’a ısmarlarım… Ah!.. Ah!.. Ah!..
İşte, ben bir hayırlı haber beklerken bu mektubu okuduğumda aklım başımdan gitti, vücudum titremeye, gözyaşlarım çeşme gibi akmaya başladı. Nihayet kendimde olmadığım hâlde, mektubu okudum; bitirdiğim gibi mektup elimden düştü. Vücuduma fena hâlde bir titreme geldi. Biçare Gülizar şaştı: Yüzüme bakıyor, bir şey söylemeye cesaret etmez. Hemen kendimi öldürmek istiyordum, lakin vasıtam yoktu. Ah, insanın dünyadan ve dünyada en ziyade sevdiği şeyden ümidini kesmesi ne müşkül şey!.. Nihayet kalemi aldım; elim, vücudum titreyerek, gözyaşlarım aka aka, Rıfat Bey’e son defa olarak bir iki söz yazmaya başladım.
Ah!.. Rıfat’ım… Ah!..
Ecelimizin ve ecelden müşkül olan ilelebet ayrılığımızın haberini getiren mektubunuzu aldım. Ah!.. Ah!.. Bugüne nasıl yetiştik! Bugün ne kara gündür!.. Ah bayılıyorum! Ziyade yazmaya mecalim yoktur… Ben dahi sözleşmemiz üzere, kendimi öldüreceğim!.. Başka vasıtam yok, ancak kendimi kuyuya atıvereceğim… Ah Rıfat’ım ah!.. Allah’a ısmarlarım… Biz bu ömrü böyle ayrılıkla geçirdik! İnşallah öbür dünyada görüşelim… Ah!.. Ah Rıfat’ım! Daha yazmak istiyorum, lakin yazamam. Eyvah, hem de bizim için şimdiden sonra bir dakika yaşamak haramdır… Hemen kendimizi bu dünyadan kurtaralım. Allah’a ısmarlarım… Ah!.. Ah!.. Ah!..
MURAT
Bu mektubu kapamaya, zarfa koymaya mecalim yok. Hemen bitirdiğim gibi Gülizar’ın eline bıraktım. Biçare kız da acemi; mektubu elinde tutarak kapıdan dışarı çıkıyor… Lakin şu kadere bak, şu bahta bak: Annem sofada bulunmasın mı, mektubu kızın elinden kapıp pederime getirmesin mi?.. Ben Gülizar çıktıktan sonra, bulunduğum yerde donmuş gibi kalmışım, aklımı şaşırmışım, gözlerimi bir yere dikmişim. Bir dakika geçer geçmez annem koşarak ve ağlayarak gelir, kapıyı şiddetle itiverir, gelir boynuma sarılır, beni öper, kucaklar, gözyaşları çeşme gibi yüzüme dökülür! Ben ne olduğumu, nerede bulunduğumu anlayamam, daha kendime gelemem, annem, “Ah, kızım… Kızım! Kendine gel! Ah biçare ben, ah zavallı ben!.. Az kaldı öksüz kalırdım! Ah şükürler o dakikaya! Ne hayırlı dakikaymış o ki, ben odadan çıktım da Gülizar’a rast geldim! Ah kızım, korkma, düşünme, muradın gerçekleşecek, senin için korkulacak bir şey yok artık. Pederini de kandırdım; seni Rıfat Bey’e vereceğiz.” dediği gibi kendimi topladım. Artık öyle bir meyusiyetten sonra böyle ümit verici bir söz işitmek! Böyle bir ümide dönmek! Oh… Ne büyük şey!.. Lakin insan kedere dayanamadığı gibi sevince o kadar daha ziyade dayanamaz. Vücudum titremeye başlar, gözyaşlarım çeşme gibi, annemin göğsüne dökülür. Hüngür hüngür ağlamaya başlarım. Biraz sonra, zihnim azıcık karar bulur, vücudum biraz rahat eder. Bir de Rıfat Bey hatırıma gelir, birdenbire benzim değişir:
“Ah… Rıfat Bey… Rıfat Bey… Rıfat Bey kendini öldürmüş, ben ne ümit ederim!”
“Yok kızım, yok! Korkma, Gülizar’a ben söyledim; şimdi gitmiş, söylemiş. O da şimdi sevinmektedir.”
Bu sözü işittiğim gibi, bütün bütün rahatlandım. Gözümü sildim, annemin elini öptüm; yanına aldı.
Nihayet bir aydan sonra, gelin oldum. Lakin Rıfat Bey’in evine geldim çünkü Kâmile Hanım, oğlunun iç güveyisi girmesine razı olmazmış ve hatta Rıfat Bey’in ricası üzere anneme geldiği vakitte dahi orasını teklif etmemişmiş. Nihayet evlendikten bir sene sonra, kayınpederim vefat etti, üç sene sonra Kâmile Hanım dahi öldü.
“Ah biçare Kâmile Hanım ah! Beni ne kadar seviyordu!”
Saliha Hanım kendi başından geçenleri bitirdiği gibi, yine dikişe başlar; Ayşe Kadın “Ah hanim, sen de şok şakmiş, onun işun şabuk ihtiyarlamiş, zavalli hanim!” diyerek kalkıp mutfağa gider.
TALAT BEY
Gelelim Talat Bey’e. Talat Bey, Rıfat Bey ile Saliha Hanım’ın arasındaki aşk ve muhabbetin meyvesi olup gayet güzel ve akıllı bir çocuktu. Saliha Hanım’ın kayınpederi ile kayınvalidesi vefat ettikleri gibi, anası ve babası dahi ölümlü dünyayı terk ettiğinden ve sevgili kocası kalıcı olan öbür dünyayı seçtiğinden biçarenin Talat Bey’den başka kimsesi yoktu. Bu sebepten, Talat Bey’i bir derecede severdi ki, Talat Bey akşam biraz geç kalsa “Aman, oğluma ne oldu? Daha gelmedi!” diye deli olurdu. Her ana oğlunu sevecek a, lakin bizim Saliha Hanım birçok sebepten dolayı oğlunu başka analardan pek çok ziyade severdi. Bununla beraber, Saliha Hanım’ın akıl ve dirayetine bak ki gönlündeki muhabbetini oğluna bildirmez, nazlı alıştırmaz; çünkü malum a, öyle nazlı alışan bazı çocuklar, gençler…
Talat Bey, pederi vefat ettiği vakitte, mahalle mektebine devam ediyordu. Rıfat Bey’in vefatından sonra Saliha Hanım oğlunu bir iki sene daha sıbyan mektebinde ve sonra rüştiyede okuttu. Talat Bey on altı yaşında iken mekteb-i rüştiye imtihanını verip bütün İstanbul gençlerinin yaptıkları gibi, bir dairenin bir kalemine -hangi dairenin hangi kalemi olduğunu zikretmek lüzumsuzdur zannederim- dâhil oldu. İşte iki sene vardı ki o kaleme devam ediyordu.