Şemseddin Sami

Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat


Скачать книгу

sabahleyin mektebe gittim. Baktım ki çocuklardan hâlâ kimse gelmemiş, gittim, yerime oturdum; başımı rahleye koyup düşünmeye başladım. Gözyaşlarım çeşme gibi akıyor. Kapının önünde gezinen tavukların, köpeklerin fışıltısını işittikçe “Rıfat Bey geliyor.” diye kanım donar, hem sevinirim hem korkarım. Sevinmek pek iyi; lakin korkmak neden, titremek neden?.. Nihayet Rıfat Bey de gelir; benim böyle ağladığımı gördüğü gibi boynuma sarılıp:

      “Ah canım Saliha’m, ne ağlıyorsun, ne oldu? Ah… Sus… Gözlerini sil… İşte beni de ağlatıyorsun. Yalnızdın da korktun mu yoksa? Niçin ağlıyorsun?”

      “Nasıl ağlamayayım… Ah… ben… seni… seviyorum! Bilmem… sen… beni sever misin sevmez misin? Hatta dün pederime de seni sevdiğimi söyledim de… benimle güldüler. O neyse, fakat bir şey hatırıma geldi: Yarın öbür gün beni mektepten alacaklar. Yaşmak, ferace, bilmem ne giydirecekler; o vakit nasıl görüşeceğiz, nasıl yapacağız?..”

      “Ah… Onu ben de düşünürüm, ben de böyle bir ayrılmadan korkarım… Ama… Allah kerim… Şimdiden mi ağlayacağız?.. İki üç sene görüşemeyeceğiz. İşte bu bizim çilemiz olsun.”

      “Nasıl!.. İki üç sene!.. Ya sonra?.. Sonra nasıl görüşeceğiz? İşte, sen bir zaman sonra evlenirsin… Ben de… Ah, elimizde değil ki!.. Anam dün akşam söylüyordu ki baba ana kızlarını, oğullarını istedikleri gibi evlendirir; hiç onlara sormazlar. Senin baban sana bir kız verirse almayacak mısın?”

      “O ne!.. Ben evleneyim, ben senden başka kız alayım, ah, mümkün müdür? İnanır mısın Saliha’m ben sensiz yaşayayım? Ah!.. Sevdiğim kadar sevmezmişsin demek olur.”

      “Ah Rıfatçığım, benim muhabbetimden gönlüne sor, nasıl ki ben dahi senin muhabbetinden gönlüme sorarım; ama ne yapalım, elimizde ne var?”

      Rıfat Bey bana cevap vermeksizin hokka kalemini aldı, bir parça kâğıt aldı; bir iki satır yazı yazdı, önüme attı. Bir de alır okurum ki “Beşikten mezara muhabbetimiz baki olup birbirimizi almamaya mecbur olduğumuz hâlde kendimizi öldürmez isek sütü bozuk ve beceriksiziz.” yazmış ve kendi imzasını koymuş. Ben de imzamı koydum. Bir daha onun gibi yazdı, ona dahi imzalarımızı koyduk. Birini kendisi aldı, cebine koydu, birini de bana verdi.

      Saliha Hanım bu noktaya geldiği gibi, cebinden bir sürü anahtar çıkarır, yanında bulunan bir çekmeceyi açar, içinden altından yapılmış iki kılıf çıkarır, birini açar, içindeki kâğıdı alır, okur. Okurken gözyaşı çeşme gibi akar. Ayşe Kadın, Saliha Hanım okurken öbür kılıfı alıp “Ay, ne guzel!.. Aaa hanim, heb altin bu; elli dirhem var… Kaş bara almiş acaba?”

      “İşte dadı, Rıfat Bey’in yazdığı kâğıtlar bunlardır. Bunu kendisi aldı. Aaaah! Sekiz sene cebinde tutmuş!.. O senin elindeki, sekiz sene benim cebimde durmuştur. Her sabah akşam çıkarırdım da üzerine gözyaşı dökerdim… Kan da… Ah, kan da dökecektim!..”

      “Aaaa… Kan! Allah koruya! Nişun hanim?”

      “İşte bizim nişanlarımız yüzük, çevre, bilmem ne yerine bu iki kâğıt parçalarıdır ki muşamba içine koyup sekiz sene ceplerimizde tutmuşuz, gözyaşlarımızla ıslatmışız; kanımızla dahi boyayacaktık! Sonra, Cenabıhak istedi de altın kılıflara koyduk.”

      Saliha Hanım, kılıfları çekmeceye koyduktan sonra, yine hikâyeye başlar:

      Rıfat Bey’in bu yazdığını gördüm. Kâğıdı cebime koydum, biraz teselli buldum. Başka hülyalar zihnime gelmeye başladı. Hasılı bir sene daha böyle geçti. Bizim aşk ve muhabbetimiz günden güne artardı. Anam daima bana yaşmak takmayı teklif ederdi. Ama ben “Hâlen ufağım.” diyerek istemezdim. Nihayet beni mektepten çektiler; minimini bir ferace, bir yaşmak hazırladılar. Ben babamın önünde “Mektepten nasıl çekileceğim?.. Nasıl yapacağım?.. Ben cahil kalacağım!” diyerek ağladım sızladımsa da fayda vermedi. Pederim, “Onu merak etme kızım, ağlama kuzum. Bu âdettir: Kız on on bir yaşını geçtiği gibi yaşmaksız, feracesiz sokağa çıkamaz. Biz âdetin haricinde nasıl hareket edebiliriz? Herkes sonra bize gülecek… Ama derslerini merak edeceksin. Senin derse sevdan olduğu vakitte kendi kendine de o bildiğini ilerletebilirsin. Ben de sana bazı defa ders verebilirim… Ne yapalım, işte hâlâ kızlar için mahsus mekteplerimiz, kadın hocalarımız yok ki… Erkek mektebine on beş yaşında bir kız nasıl gidebilir?” diyerek bana teselli vermek istediyse de benim asıl keder ettiğim şey Rıfat Bey’in ayrılığı olduğundan hiçbir şekilde teselli bulmadım. Tenha bir yere çekildim, ağlamaya başladım. Bir dereceye kadar ağladım ki gözlerim ceviz tanesi gibi fırladı!.. Cihandan bütün bütün meyus oldum. Hatırıma gelirdi ki Rıfat Bey mektebe gidecek, beni bekleyecek, göremeyecek; ne yapacak? Biçare çocukcağız, keder edecek. Çünkü Rıfat Bey’in muhabbetine de hiç şüphem yoktu. İşte buna ziyadesiyle gönlüm sıkılırdı; ama daha birkaç ay, her ne kadar ki mektebe gitmezdim, sokağa çıkamazdım, fakat Rıfat Bey ile gâh gâh görüşürdük. Bir zamandan sonra bu da kesildi!.. Rıfat Bey ile hiç görüşemezdim. Bazı defa geçerken pencereden görürdüm, o vakit daha ziyade sabır ve kararım kalmazdı, bir türlü teselli bulamazdım. Beş altı ay böyle geçti. Ah o beş altı ay!.. Bana beş altı sene gibi görünür.

      HABERLEŞME

      Bir gün odamda yalnız oturmuşum, Rıfat Bey’in yazdığı ahitnameyi (hani ya şimdi gördüğün kâğıdı) çıkarmışım, okuyorum; bakıyorum, ağlıyorum. Gözyaşlarım üzerime dökülür. Bir de bakarım ki kapı yavaş yavaş açılır; birisi başını sokar, bir şey arar gibi her tarafa bakar. Ben, hemen kâğıdı cebime koydum, gözlerimi sildim.

      “Kim o?.. İçeri gelsene!” dediğim gibi Kâmile Hanım’ın (Rıfat Bey’in validesidir.) cariyesi Gülizar girer. Bu cariye on beş yaşında bir kızcağızdır. Pek uslu bir kız… Ben pek çok severdim… Seveceğim a… Rıfat Bey’in cariyesidir.

      “Ha, Saliha Hanım burada, hem yalnız!.. İşte benim istediğim…” dedi.

      “Gel Gülizar Hanım, gel.” dedim.

      Yanıma geldi. Cebinden bir zarfa sarılmış bir mektup çıkardı, bana verdi.

      “İşte, Rıfat Bey şu mektubu verdi ve dedi ki, sizi yalnız bulup vereyim de cevabını getireyim, dedi.”

      Ellerim titreyerek, gönlüm tiz tiz vurarak mektubu açtım. Şu şekilde idi:

      Ruhum Saliha’m!

      İşte altı ay oldu ki görüşemiyoruz. Gayet müştakım. Allah vere de bir daha görüşelim, bir daha birbirimizi dünya gözüyle görelim!.. Ah!.. O beraber olduğumuz zamanlar!.. Ah o zamanlar! Nasıl su gibi geçti o günler! Şimdi bizim için bir dakika bin yıldır. Saliha’m, şimdiden sonra, hiç olmazsa mektuplarla görüşelim. Gülizar’la bu mektubun cevabını gönder. Şimdilik bu kadarla kifayet ederim. İnşallah yakında görüşürüz. Allah’a ısmarladım! Ah!.. Ah!.. Ah!..

Rıfat

      Bu mektubu okudum, tekrar okudum; belki ezberledim. Her bir harfini gönlümce, uzun uzadıya inceledim. Biraz teselli buldum. Yüzüm biraz güldü, gönlüm biraz açıldı. Hokka kalemi aldım, şu cevabı yazdım:

      Candan Aziz Rıfat’ım,

      Mektubunuzu aldım, dünyalarca memnun oldum. Belki taze hayat buldum. Ah! Ne derim, bu memnuniyet ölçü kabul etmez. “Mektuplaşma yarı kavuşmadır.” derler. Kavuşmak ne büyük şey, kavuşmak… Ah, mektuplaşma dahi onun yarısı değil mi ya!.. Ah Rıfat’ım, senden ayrılalı hâlim nedir, hiç tarif istemez; hemen Allah bizi birleştirsin! Başka elimizde ne var? Şimdilik bundan ziyade yazamam. Üç