malum ya! Herkese tevazu göstermeye, herkesin yüzüne gülmeye insan mecburdur. Hatta bazı zamanlar Felatun Bey’in yanında bulunan uşağı, kendi beyini, bir adam ile gayet tatlı ve nazikâne ve hürmetkârane konuşuyor gördüğünde, “Bu efendi bizim beyin pek yakın dostu olmalıdır.” inancına kapılırdı. Fakat o adamdan ayrıldıktan sonra beyefendinin hiddetinden çıldırma derecesine geldiğini hatta ona sövüp saydığını görünce ve işitince uşak şaşkınlığından ne diyeceğini dahi bilemezdi. Aslında eskiler arkasından sövüp sayacağı bir adamın yüzüne karşı böyle nezaket göstermeyi kendilerinin inandıkları mertliğe uygun bulmazlardı. Ancak alafranga olanlar, “mertlik âdeta ahmaklıktır” inancını taşırlardı.
Burada Felatun Bey’in uşağından bahsettik ancak onun hakkında pek fazla bilgi vermedik. Bu Mehmetçik, Gastangalı’dan yeni gelmiş, henüz dünyayı öğrenmemiş, ayda yüz kuruşun meftunu, ensesine muhabbet ve aferin makamında bir tokat vurulmasının mecburu bir adam olup; hizmet ettiği efendisinin bir oğlu ile bir kızı bulunduğunu öğrenmeye muvaffak olmuş ve hatta oğlunun isminin “Pantolon Bey”, kızının isminin de “Merdüvan Hanım” olduğunu bellemişti.
Ne zannettiniz ya?.. Felatun isminden “Pantolon”, Mihriban isminden de “Merdüvan” kelimesini çıkartmayı öyle kolay mı zannediyorsunuz? Mehmetçik, asıl büyük efendiye dahi “Meraklı Efendi!” der idiyse de efendisinin isminde “lâm” harfi olmadığı için bunu doğru söyleyemediğini anlayarak mahcup olurdu. Hem bizim Mehmet, memleketindeyken “gam” cüzüne kadar okumaya az da olsa muvaffak olmuştu.
Meraki Efendi’nin alafrangalığıyla beraber böyle bir Mehmetçiği konağına kabul etmiş olmasına şaşmayınız. Onu terbiye edecekti hatta terbiye etmeye başladı bile… Bir gün “Mehmet, beyefendi ne yapıyor?” deyip de Mehmet’ten, “Çorba içiyor.” cevabını alınca; “Oğlan, öyle söyleme! Ona alafrangada ‘supe yiyor’, derler.” hatırlatmasına karşılık Mehmet, “Hayır efendim! Allah göstermesin! Sopa yediği yok, çorba içiyor.” dediği hâlde dahi Meraki Efendi meraklanmayıp, “Oğlum! Alafrangada çorbanın ismi ‘supe’dir, bunları birer birer öğrenmelisin.” diye bir nasihat vermişti. İşte anlayınız ki Mehmet dahi yavaş yavaş alafranga olacaktır.
Nasıl olmasın ki!.. Olmamak mümkün mü? Büyük efendi neyse de küçük bey Fransızcadan başka söz söylemiyor ki!.. Sütlü kahve isteyeceği zaman “kefe ole” diyor. Mehmet ise bunu “kavala”dan başlayıp önceden öğrenmiş olduğu “karyola” kelimesine kadar tatbik ede ede ister istemez belliyor.
Felatun Bey’in kıyafetini sorarsanız onu tariften aciz kalırız. Şu kadar diyelim ki hani ya Beyoğlu’nda elbiseci ve terzi dükkânlarında modayı göstermek için mukavvalar üzerinde birçok resim vardır ya? İşte bunlardan birkaç yüz tanesi Felatun Bey’de mevcut olup elinde resim, endam aynasının karşısına geçer ve kendini resme benzetinceye kadar mutlaka çalışırdı. Ancak kendisini iki gün bile aynı kıyafet içerisinde gören olmazdı ki “Felatun Bey’in kıyafeti şudur.” demek mümkün olsun.
Simasını kısaca tarif edebiliriz: Orta boylu, nahif endamlı, sarıca benizli bir delikanlı olup; kaşları gözleri siyah, saçları, ağzı, burnu falan bir kadın kadar latif ve güzeldi.
Mademki Felatun Bey hakkında bu kadar malumat verdik, biraz da Mihriban Hanım hakkında bilgi verelim.
Bu kız, huyu ve siması ile Felatun Bey’in kardeşi olduğunu belli ederdi. Ancak bir bayan olarak Mihriban ondan daha zarif ve güzeldi.
Sair kızlar gibi Mihriban Hanım da oya yapmayı bilmez zira alafrangalarda oya diye bir şey yoktur. Kese, çorap vesaire örmesini dahi bilmez çünkü onları modacı kızları örer. Nakışı dahi onlar işler. Yapma çiçekler ise Beyoğlu’nda çok! Bunları yapmak için niye zahmete girsin? Çamaşır yıkamak, ütülemek hizmetkârların ve yemek pişirmek ise aşçının işidir. Hatta kendi saçını taramak bile alafrangada söz konusu değildi, özellikle saç tarayıcı kadınlar gelip tarardı.
Alafrangada kızlar için okuma yazma tahsili lazım idiyse de biçare kızcağız öksüz büyüdüğünden buna imkân bulamadı. Babası müzik öğrenmesi için iyi bir piyanist madam getirmişti. Ancak bu bayan kendisi çalıp babası dinlediğinden, Mihriban Hanım, “Taş altında bir yılan, kaşları durur divan” şarkısından başka bir şey öğrenemedi.
Bununla beraber kızcağız hoppa mı hoppa, şen mi şen idi. Zıp zıp sıçrar! Ter ter tepinir!
Kendisi artık yetişkin bir kız olduğundan birkaç yerden görücüye gelmişlerdi. Özellikle pederinin serveti bu konuda birçok insanı heveslendirirdi. Ancak gelen görücülere Mihriban Hanım, oğullarının ne iş yaptıklarını sormadan edemezdi. “Kâtip” cevabını alınca “Ah! Cebi delik!”; “asker” cevabını alınca “Yarım kunduralı!” ve “hoca” cevabını alınca da “Sarımsak başlı!” derdi. Velhasıl her biri için bir kulp uydurup, Allah göstermesin, eğer görücüler, “A hanım kızım niçin böyle söylüyorsun? Oğlumuz şöyledir böyledir…” diyecek olursa bir püsküllü kahkaha koyverip, “Oh, kalmış kalmışım da sizin oğlunuza mı kalmışım. Hanım, oğlunuza başka yerden kız arayınız!” diye kalkar oradan ayrılırdı.
Nasıl! Mihriban Hanım’ın bu kadar serbestliğine hayret mi ediyorsunuz? Hayır, buna şaşırmayınız. Zira kızcağız bir evin hanımı olarak büyümüş olduğundan gelen görücüleri gelin makamında kendisi karşıladığı gibi, görücü hanımlara bir kayınvalide sıfatıyla yine kendisi cevap verirdi. İşte hayret edecekseniz, serbestçe davranan bu kayınvalideye hayret ediniz!..
Eğer Felatun Bey, Mustafa Meraki Efendi ve Mihriban Hanım’ın yaşantılarının tasvirinden size usanç geldiyse affınıza sığınarak son olarak şunu da arz etmeme müsaade buyurmanızı rica ederim:
İşte, bu baba, oğul ve kız yahut kız kardeş üçü bir yerde bulundukları zaman baba oğul şayet Mihriban Hanım’ın bir çiçeğini veya eldiven giyişini beğenmeyecek olsalar, kızcağızın üç gün üç gece ağlayacağını bildikleri için başına bir çiçek değil saksıyı geçirmiş olsa bile pek ziyade yakıştığına dair yemin etmeye mecburdurlar. Felatun Bey ise bir fikrini babası beğenmediği zaman herifin cehalet hâlini ortaya koymaktan çekinmezdi. Onun için biçare adamcağız, oğlu Felatun’un yanında mahcup kalmamak uğruna, beyefendi oğlu her ne fikir beyan ederse etsin onun doğru olduğunu tasdiklemek zorundaydı. Hatta bir gün baba ile oğul arasında günlerin uzayıp kısalmasının hikmetine dair bir bahis açılmıştı. Mustafa Meraki Efendi bu konuda kendi görüşünü söylemekten kaçınarak, yanlış olduğunu bildiği hâlde oğlunun söylediklerini kabule mecbur olmuştu. Hatta çocuk “Kış mevsiminde havalar kapalı olduğu için bulutlar güneşin ışınlarının bize ulaşmasını engelliyor.” dediği zaman babası, “Maşallah maşallah!.. Gerçekten Eflatunlar bile bu fikir karşısında âciz kalır. Vallahi ben de öyle düşünüyordum ama bir kere de sizin fikrinizi almak istemiştim.” demişti.
Ama inanınız ki herifçioğlunun bu fikrini çok orijinal bulmuştu. Oğluna rica ederek bu söylediklerini kaleme almasını istedi. Hatta yazılanları o zaman çıkan fenni dergilerden birisinde yayımlatmak üzere matbaya götürdüyse de kabul ettiremediğinden kızgınlıkla eve döndü.
İkinci Bölüm
Bundan önceki bölüm, hikâyemizi kendi ismine nispet ettiğimiz iki kişiden birinin hususi hayatını bize epeyce öğretti. Burada, yine böyle kısaca da olsa Rakım Efendi’nin hayatını kısmen öğrenmeye muhtacız.
Rakım Efendi dediğimiz çocuk, eski Tophane kavaslarından3 birisinin oğlu olup, bundan yirmi dört sene evvel pederi vefat edince validesinin elinde, bir yaşında yetim kalmıştı. Bir kavas, evladına