Rakım’ı evlendirmeye kalkıştı. Rakım kendisinin evlenmeye ihtiyacı olmadığını söyledi. Sadık Fedayi ev içine bir gelin gelmesini yalnız Rakım için istemeyip ihtiyarlık zamanında kendisine can yoldaşı olabilecek bir arkadaşa ihtiyacı olduğunu arz edince Rakım işin bu cihetini münasip görerek bir cariye alınmasına karar verdi.
Dadısının, tanıdığı bazı esircilere sipariş etmiş olduğu cihetle öteden beriden birkaç Arap cariye gelirdi. Fedayi bunları bir, nihayet iki gün tecrübe eder, beğenmez, yine iade ederdi. Bir gün Rakım Efendi, Tophane’den Beyoğlu’na çıkmak için Kumbaracı Yokuşu’na kestirmeden varmak üzere Karabaş’tan geçer. Bu dere üzerinde ihtiyar, ak sakallı bir Çerkez’in, yanında bir kızla birlikte bir kapıyı çaldığını gördü. Kıza dikkatle baktı. Baktığı anda yüreği kıza tutulduysa da Neme lazım! Dadım beyaz istemiyor, Arap istiyor, bu bizim işimize gelmez, diye geçip yürüyüvermişti. Zira ak sakallı ihtiyarın yanında bulunan kız beyaz tenli ve güzel bir Çerkez’di.
Rakım yürüyüverdi ama bir türlü ayakları ileri gitmez ki! Niçin böyle olduğunu kendisi de bilmez. Canım bir kere görür sorarım, almaya borçlu olacak değilim ya? diye geriye döndüğünde ihtiyar ve genç kız çoktan kapıyı kapatmışlardı. Sonra kapıyı çalmak zorunda kaldı.
Açtılar. Rakım ihtiyarı çağırdı. Kızın cariye ve satılık olup olmadığını sordu. Cariye satılıkmış. Görmek istedi. Gösterdiler. Uzun boylu, kara gözlü, kara kaşlı, ufacık ağızlı, güzel burunlu, hasılı münasip idiyse de gayet zayıf ve hastalıklıydı, on dört yaşında olduğundan öyle olur olmaz müşterinin beğeneceği gibi bir tip değildi fakat neydi bu kızda o baygın bakışlar? Neydi mahzunane tebessümler?
Rakım kızın elini kendisine yakın bulup ani bir şaşkınlıkla elini tutuvermiş ve onu bırakmak da o anda aklına gelmemişti. Herife fiyatını sordu. Yüz altın, demesin mi?
Herif kızın değerinden bahseder. Ya Rakım ne yapar? Rakım çocuk gibi ağlar! Ay, kıza ne oldu? Zira o da Rakım’a karşı ağlamaya başladı!
İhtiyar olanlara bir anlam veremez. Bir yakınına benzetip benzetmediğini Rakım’a sorar, bir cevap alamaz.
Hayır! Rakım kızı kimseye benzetmemişti. Size biz haber verelim. Rakım, Cenabıhakk’ın, kendisi gibi bir öksüze böyle beyaz bir cariye satın almayı nasip ettiği için sevinçle ağlamıştı. Evet! Rakım bu kadar hassas ve ince düşünen bir çocuktu. İhtiyara, “Bu kızın değeri var mı, yok mu diye sormuyorum. Asıl satılan şey bunun hürriyetidir. Özgürlüğünün dünyalara değeceğini biliyorum lakin benim seksen altından başka param yoktur. Bu paraya mukabil kızı verirsen alayım.” sözüne karşı ihtiyar, söylediği fiyattan bile pişmanlık duyduğunu, bu fiyatın bir kuruş aşağısına dahi veremeyeceğini belirtir. Rakım, “Öyle olsun, bana yirmi altın için bir ay müsaade verirsen alırım.” der. İhtiyar da zaten kızda ince hastalık sezdiğinden onu bir an önce elinden çıkarmak için bu teklifi uygun gördü. Böylece alışveriş usulünce tamamlanmış oldu.
Ne dersiniz? Rakım kızın elini tutmamış mıydı? Ta kız teslim edilinceye kadar elini elinden bırakmadı!
Sonra Beyoğlu seferinden vazgeçerek ihtiyar ile beraber Salıpazarı’na geldiler. Kızı içeriye bırakıp kendisi dadısından parasını istedi. Seksen altını esirciye saydıktan sonra yirmi altın için bir senet yazıp Tophane’de kendisini tanıyanlardan dört beş adamı şahit göstererek esirciyi evine gönderdi.
Bu işleri görüp de evine dönerken, “Acaba dadım bu işe ne diyecek? Gördün mü, çocukluk ettim! Anam makamında bulunan dadıcığıma danışmalıydım!” diye masum bir şüphe ve pişmanlık duymuştu. Evine geldiğinde dadısı kendisini karşılayarak, “Aman beyim! Ne kadar isabet ettin ne de can sevecek bir kız! Sen bana bunu can yoldaşı diye almadın mı? Adı Canan olsun.” diye hoşnutluğunu gösterince biçare Rakım her şeyden ziyade dadısını memnun edebilmiş olduğuna sevinerek ismi de kabul etti.
Şurasını bilmek lazım gelir ki Rakım beyaz bir cariye aldığı için işinden geri kalacak adamlardan değildi. O gün Beyoğlu’nda iki mühim işi olduğu için bu işleri bir an önce görmek üzere kalktı. Bu defa Kazancılar tarafından Beyoğlu’na çıktı. İki mühim işinden biri Ermeni G. Bey’i görmekti. Zira daha bir akşam evvel adı geçen bey, hizmetkârını gönderip kendisini mutlaka görmek istemişti. Evi Ağa Hamamı’nda bulunan beye gitti ve kendisini evinde buldu. Silistre eyaletinin işleriyle ilgili olarak oranın valisine gönderilmek üzere bir dilekçe yazdıracakmış. Rakım bu dilekçeyi on beş dakika içinde karalayıp temize çekerek mühürletti ve çekmecesinin üzerine koydu. Daha başka bir emri olup olmadığını sorduktan sonra bey, yazıcısını çağırıp Rakım’ın görülecek hesabı varsa halledilmesini emretti. Bu emri verince Rakım mahcup olarak, “Ben başka bir emriniz var mı diye beklemiştim.” dediyse de bey, Osmanlı kültürüyle yetişmiş bir adam olduğundan, “Verdiğim emir de emir değil midir? Bu emrin de yerine getirilmesi lazım gelir!” diye bir latife yaptı. Biraz sonra yazıcı elinde bazı belgelerle içeri girdi. Bunlar Rakım’ın üç aydan beri yapmış olduğu işlerle ilgili belgelerdi.
Bey belgeleri alıp okumaya başladı, “Bursa eyaletinin .... senesinden kalan borçlarının tahsiline dair Bursa Valisi’ne arz olunan belgelere on, bunun cevabına on, Varna Sancağı’nın, öşür ve diğer hesaplara dair bir senelik muhasebe işleriyle ilgili Maliye Nezaret-i Celilesi adına tutulan defter ki altı sayfa hâlinde düzenlenmiştir. Bu defterin güzel tutulması ve bir de geniş bilgiler içeren şikâyet dilekçeleri ile perakende mektupların kıtasına sekiz…”
Bey, belgeleri bu şekilde okuduktan sonra yine, “Bunların hiçbirisi için para vermeyeceğim. Yalnız Bursa evrakları güzel tanzim edildiğinden tamamıyla tahsil edildi. İşte onun için beş on parayı gözden çıkarabileceğim.” diyerek Rakım’a otuz lira verilmesini yazıcısına emretti.
Vay Rakım’daki sevinç! Vay Rakım’daki teşekkür! Hem de o kısık gözleri yaşla dolarak bir teşekkür etti ama kime? Kendisi gibi bir öksüze bu güzel yolu açmış olan Cenab-ı Hüda-yı Keremkâr’a!
Hakkını aldıktan sonra ikinci işine gitti. Bu ikinci iş, İngiltere’den yeni gelip Asmalı Mescit Sokağı’ndaki bir eve yerleşmiş olan, hayli kibar bir İngiliz ailesinin nezdinde görülecek bir işti. Lakin işin ne olduğunu Rakım da henüz bilmiyordu. Bir dostu kendisi için orada görülecek bir iş olduğunu haber verince gitmişti. Vardığında dostunu da orada buldu. Meğer iş denilen şey, İngiliz’in iki kızına haftada birer gün Türkçe dersi vermekmiş.
Hiç Rakım için iş bulunur da kabul edilmemesi mümkün olur mu? Herif iş makinesi!.. Bunu da büyük bir memnuniyetle kabul etti. Kendisi aylık, haftalık için herhangi bir meblağ söylemeden, dostu her defası için birer İngiliz lirası takdim olunacağını arz ederek kabulü için İngiliz adına ricada bulundu. Rakım utancından kızararak bir şey demedi. Cenabıhakk’ın bu lütfuna da şükür hasebiyle kızarıp işe karar verdikten sonra dört yol ağzından Kumbaracı Yokuşu’na doğru sanki ayakları yerden kesilmiş bir şekilde indi. Tophane’ye, Karabaş’a varıp esirciler kahvesinde Çerkez’e rastlayınca, “Gel baba, gel! Ben borçtan hoşlanmam. İşte paranı tedarik ettim. Bin kere şükrolsun. Cenabıhak hiç ummadığım yerden gönderdi.” diyerek yirmi altın borcunu verip senedini aldı. Hatta gereği bile olmadığı hâlde durumu şahitlere de haber verdikten sonra kalan on altınlık servetiyle evine döndü.
Bu haberi de sadık dadısına söylediğinde vay Fedayi’deki sevinç! Kıza muhabbeti bir kat daha arttı. Vermiş olduğu Canan ismine “meymenetli”4 mahlasını da ekledi.
İşte hikâyemizi kendi isimlerine nispet ettiğimiz zatlardan ikincisi de budur.
Üçüncü