Desiderius Erasmus

Deliliğe Övgü


Скачать книгу

US ÜZERİNE

      Erasmus 1466 yılında Rotterdam’da doğmuştur. Asıl adı Erasmus değil, Gerhard’tı; babasının adı da Gerhard’tı. İşin garibi şu ki babası keşişti, genç yaşta ölmüştü. On dört, on beş yaşlarında bir Thesaurus’u açacak kadar Yunanca öğrenince Erasmus kendine yakışır bir ad bulmak için harıl harıl sayfaları karıştıracaktır. Zaten bu, Rönesans’ın bir bilgin modasıydı, böylelikle barbar geçmişle olan bağlar koparılıyordu. Erasmus kelimesi; sevilen, arzulanan anlamına gelir. Erasmus, sonraları Yunancayı daha iyi öğrenince adında, kendisinin üniversiteli zihniyetine üzüntü veren bir barbarlık bulacaktır. Adını Herasmus veya Erasmius yapmak istiyor ama çok geç. Bununla beraber, eserini Bâle’de yayımlayan kitapçı Froben, Erasmius şeklini kullanıyor.

      XV.yüzyılın sonlarına doğru, Rotterdam Limanı, Flaman ressamlarının tablolarında görülen kayıklarla doludur. Güney denizlerine işleyen, karavela dediğimiz küçük ticaret gemileri de sık sık görülür. Gemicilerin denizaşırı memleketlere doğru olan sergüzeşt dolu seferleri de bu sıralarda başlamıştır. Bugün birer Hollanda sömürgesi olan Cava’ya, Sumatra’ya ilk yanaşan Portekizliler olmuştur. Avrupa’nın kuzeyinde sömürge avına çıkmak için hareket noktası Rotterdam değil, Anvers’tir. Erasmus’un doğduğu devirde Anvers Limanı altı milyon liralık ihracat yaptığı hâlde, Pays-Bas’ın geri kalan bölüğü ancak iki milyon liralık ihracat yapabilmekte idi; ticaret en çok Portekiz’le yapılıyordu. Böyle olmakla beraber, bütün batı limanları gibi Rotterdam da okyanus rüzgârlarının yeni esintisini duymaktadır.

      O zamanlar on dört yaşında olan Erasmus, II. Philippe Portekiz’i İspanya topraklarına kattığında Deventer’de ruhban okulundaydı. Hindistan baharatı ile mahsullerini Lizbon’dan alan Hollanda karavelaları, bundan böyle bunları kendileri Coromandel’e gidip getirmek zorunda kalacaklardır.

      Demek oluyor ki, Erasmus’un gençliği; dünün hatıralarını silkip atarak birdenbire genişlemeye çalışan bir âlemde gelişiyor. Şüphe yok ki bu tam anlamıyla hümanist, XVI. yüzyılın eşiğinde, gözü önünde olup giden büyük ayrılmayı göremedi. Ütopya Adası’nda tasvir edilen bakir toprakların keşfine, uluslararası ticaretin gelişmesine karşı dostu Thomas Morus kadar hassas değildi. Erasmus’un kalbini bütün ömrünce Vergilius ile Ermiş Hieronymus dolduracaktır. Ona göre Rönesans Alpler ötesindedir, okyanusta değil. Onun için Michelet, Erasmus’u kısa bir formülle vasıflandırıyor: “İtalyan ruhlu, hiçbir zaman Hollandalı değil.” Bununla beraber Rotterdam, Erasmus’un üzerine sanki tarihin bir önsezişi gibi, sembolik bir ışık serpiyor. Geniş yeryüzünün her yeriyle münasebette bulunan Rotterdam, hümanistin gönlüne göre bir şehir ve bir temaşa idi. İnsanoğlunun bütün görüntülerinin ve evrenin bütün mahsullerinin karşı karşıya geldiği ve bütün dünyaya açılmış bu göz alıcı dört yol ağzını o izah edebilirdi. Hümanist, Rotterdam’ı bilhassa bir insan şehri olarak görmüştür.

***

      Fikir Rönesans’ı, denizciliğin ve ticaretin yayılmasıyla birliktir. Hollandalının yanında İtalyan vardır. Gerçekten, Doğu Hindistan, Hollanda Kumpanyası gemilerini “adalar”a doğru göndermeye hazırlanıyor; ama “adalar” bakir ve yeni adalar gemicilerin özel bir imtiyazı değildir. XV. yüzyılın sonu ile XVI. yüzyılın başını sarsan büyük keşifler rüzgârı aynı zamanda kitapsaraylardan ve manastırlardan geçmekte, ders salonlarında esmektedir. Orta Çağ skolastiği sendeliyor. İstanbul’dan Yunanca ve Latince birtakım el yazma kitaplar getirilmiştir. Edebiyat cumhuriyetinin üzerine doğru kuvvetli bir dalga geliyor. Bu dalganın küçük bir parçası, Deventer’in bir manastırındaki Erasmus’u gelip bulmuştur.

      Gerçekten, vasileri 1475’te onu bu şehrin Windesheimiens veya Hiéronymiens de denilen Frères de la vie Commune’e yerleştirmişlerdi. Bu Frères de la vie Commune Gérard de Groot tarafından kurulmuştu. Bu birliğe bağlı papazlardan biri olan Thomas Kempis, XIV.yüzyılda Hristiyanların en güzel kitabını, L’Imitation de Jésus Christ’i yazmıştı. Bu kitabın Windesheimiens müesseselerinde elde dolaşan dua ve tefahhus kitaplarından biri olması ihtimali çoktur. Edebiyat incelemelerinde ürkek olmakla beraber, papazların kültür anlayışları vardı. Hristiyanlığın bünyesinde bir ıslahat yapmak zorunluluğunu ilk kavrayanlar onlar olmuştur.

      İtaatsiz, itirazcı, fertçi olan Erasmus kötü kişi oldu. Ukulâ vasileri, on dört yaşında, gayet zarif bir üslup kullandığından ötürü onu yerdiler. Örneğin; Gouda’daki okul öğretmeni Peter Winckel, öğrencisine “Yine böyle zarif bir şekilde yazmak istiyorsanız rica ederim buna bir de açıklama katın.” demişti.

      Erasmus, on sekiz yaşında, Deventer Manastırı’nda neşesizlik içinde dolaşıyor ve Deliliğe Övgü’deki paylamaları hazırlıyor. İtalya dönüşünde kıvırcık saçlı hümanist Rudolf Agricola’yı iki üç kere kendinden geçerek dinlediği hâlde, teologlara öfkelenmektedir. Bunlar kendilerinden önce gelenlerin yaratıcı zekâsını yitirmişlerdir; münasebetlerle, formalitelerle, quidditelerle, ecceitelerle oynuyorlar; birbirlerinden realist, nominalist, Thomasçı, Albertusçu, Occamcı, Scotusçu diye ayrılıyorlar. Erasmus’un mizacı saygı göstermez ve hicivci hâle geliyor. Groote Kerk adlı güzel, gotik bir kilisesi olan Deventer Meydanı’na çıkınca dönüp kiliseye bakmıyor ve Parthenon’un sütunları arkasından içini çekiyor. Aradan yirmi dört yıl geçtiği hâlde öfkesinden hiçbir şey yitirmemiştir ve melaike gibi bir doktor olan Duns Scotus’a yukarıdan bakıyor.

***

      Bu sıralarda, Stein Manastırı’na, Chanoineların yanına giriyor. 1488’de, yirmi iki yaşında iken orada adağını adıyor. Odasına girilince masanın üstünde hazırlamakta olduğu bir kitabın planı görülüyor. Kitabın adı bir programdır. Barbarlara karşı kitabını Erasmus, barbarların gözü önünde yazıyor.

      Şunu da söyleyelim ki Erasmus barbarlar arasında ince bir Latince ile yazmasını bilen kişilere rastlıyor. Bunlar kendisinin dostları olan Servatius, William Hermans, Cornelius Aurelius’tur. Öfkesi yatıştığı zamanlarda, onlarla mektuplaşıyor. Şiirde Vergilius, Horatius, Ovidius, Stacius, Martial’i, nesirde de Cicero’yu, Quintilianus’u ve Salluste’u taklit etmektedir. Hem başrahibi Melaike Mikail üzerine ondan bir ilahi istiyor. Erasmus hemen işe koyuluyor, Saphovari bir şarkı yazıyor. Haklı olarak köpüren Hem Kilisesi’nin orgcuları, Eski Çağ çapkınlığının ritmine uydurarak yazılmış Melaike Mikail şarkısını söylemek istemiyorlar.

      Bu “barbarlar”dan kaçmak! Erasmus, Saphovari şarkıları ve Melibe biçimi mısraları insanın serbestçe yazacağı bir yer arıyor. Talihi yaver gidiyor, Cambrai Piskoposu Henry de Bergen’in sekreteri oluyor. Bu görev ona ancak bir tek sevinç sağlayacaktır. Bir akşam, piskoposla birlikte Gronendael Manastırı ziyaretlerinde kitapsarayın raflarından birinde Ermiş Augustinus’u keşfediyor. Augustinus’un akıcı ve nüanslı dilinin Ermiş Thomas’ın skolastik Latincesinden üstün tutulması karşısında hayrete düşen kitapsaray muhafızı papazın gözü önünde Augustinus’un bütün kitaplarını odasına taşıyor.

      Piskopostan ayrıldıktan sonra Erasmus 1495’te Paris’e geliyor. Paris’te fakirlik, zaruret içinde kendini kaybediyor; şaşkına dönüyor. Onu Montaigu Kolejine misafir ediyorlar. Alaycı Erasmus, Teolog-ya Fakültesinin münazaralarını takip ediyor. Sonraları münakaşaları bazen nükteli ve öç alıcı bazen de haksız ve kötü bir kalemle özetleyecektir. Jacques Lefèvre d’Etaple Kardinal Lemoine Kolejinde Mar-sile Ficin ile Pic de la Mirandole’ün İtalya’da sarf ettiklerine benzer bir gayret gösteriyor. Bu hümanistler birleşik bir sentez içinde Eski Çağ felsefesiyle, Hristiyan mistisizmini uzlaştırmak istiyorlardı. Küskün ve hoşnutsuz Erasmus şimdilik kenarda duruyor. Geçirdiği biricik hoş vakitler, Montaigu Kolejinde Latince şiirler yazmaya ayırdığı zamanlardır. “Favorinius’un nefesiyle, ılık ilkbahar gülleri açıyor.” Ama para ile ders peşinde koşan ve Teologya Fakültesinin derslerinde sıkıntıdan patlayan Erasmus, Horatius’un bir Mesena’sı olduğunu düşünüyor.

      Mesena, ansızın karşısına çıkıyor. Bu, kendisinin talebesi genç beyzade William Blount Lord Mountjoy’dur. Beyzade memleketine dönerken hümanistini de alıp götürüyor. Erasmus müsveddelerini bir bavula tıkıyor. Montaigu Koleji paydos! Ama Paris’e kızıyor. Biraz sonra, bir dostuna yazdığı mektupta Musalardan daha güzel olan Britanya su perilerinin övgüsünü yapıyor. İngiltere’de her şey Paris’tekinden daha iyidir. Yunanca orada daha saf, kadınlar da daha güzeldir.

      Oxford, Erasmus’un gözlerini kamaştırıyor. Sonra İngiltere’de insanı hayrete düşüren iki adama John Colet ile Thomas