cömert kalpli, edip bir mizahçı, olağanüstü bir Latinceci, beden ve zihin rahatlığının bir amatörü olduğu için seviyor.
Britanya su perileri diyarına bu üçüncü gelişinde Erasmus çok çalışıyor. Cambridge’te Yunanca ve “divinité” dersleri veriyor. 1511 Ağustos’undan 1514 Ocak’ına kadar Yeni Ahit’i, Ermiş Hieronymos’u, Seneca’yı, Plutarkhos’u, Platon’u çeviriyor. Aldington Rektörlüğü Kent’te kendisine gelir ayırıyor ve bununla birlikte orada oturmamak emrini alıyor.
Bu emir Erasmus’un çok işine yarıyor, çünkü o Cambridge’ten bıkmıştır. Pek parlak olmayan müzakereler sonunda, matbaacı Alde ve Badius’la ilişiğini kesip Bâle’de kitapçı Froben’le anlaşmıştır. Yeni yayıncısının çalışmasını yakından görmek üzere Bâle’e gidiyor. Kısa zamanda Ermiş Hieronymos dokuz cilt olarak yayınlanıyor. 1516 yılının başında Yeni Ahit çıkıyor. Yunanca metin tashih edilmiştir. Yunanca çeviri Vulgate’tan yer yer hissedilecek derecede uzaklaşıyor. Bununla beraber papa eserin kendisine armağan edilmesini kabul ediyor. Erasmus gibi, papa için de bu armağan ediş ve bu kabul siyasidir.
Zaten fikir bakımından Avrupa’da saltanat süren hümanisti hiçbir şey korkutmuyor. Bazı tarihçiler Erasmus’a Hollanda’nın Voltaire’i demişlerdir. Parlak olduğu kadar doğru olmayan bir söz! Bununla beraber, Ferney’de hüküm süren Voltaire’le, Bâle’de hüküm süren Erasmus arasında birçok benzerlik vardır. Her yerden davetler yağıyor. Bâle, Erasmus için Avrupa’da Anvers’te, Brüksel, Gent, Louvain gibi yerlerde turneler yaparak dönüp geldiği karargâhtır. O, gezginci bir hükümdardır.
İşte bu sıralarda Hans Holbein onun resmini yapıyor. Louvre Müzesi’ndeki tabloya bakınca onda fikrî egemenliğin sırrını buluyoruz. Biraz uzun, biraz sivri burnu hareketli ve araştırıcıdır; Vulgate’taki ters anlamların kokusunu almış gibidir. Yarı alaylı, yarı acı dudakları sanki bir kurnazlık etmek için büzülmüş gibidir. Yüzü bir bilginin gerçek ifadesini taşır. Çabuk yazar. İşine güveni vardır. Yunancayı bilmeyen bir skolastik şerhçiye çivisini çakmıştı. Zeki elleri ve kalkık kaşları bunun keyfiyle ürpermektedir. Hans Holbein’ın fırçası, yaratmanın hâkim olduğu o uçucu anlardan birini hareketsiz hâle getirmiştir. Bu tabloda Erasmus zekânın bir kralıdır. Hem de bir kurnaz…
Onun gibi kurnaz olmak, insanların bir edibin istihzasını tadacak kadar sükûnet içinde bulundukları huzur devirlerinde ancak egemenlik sağlar. Erasmus barış için yaratılmıştır. Bu, onda hem bir doktrin hem de bir mizaç meselesidir. Avrupa’yı çok dolaşmıştır; millîlik duygusunu elde etmekte Fransa ve Almanya’nın önemini unutmamakla beraber Hollanda’ya, İtalya’ya, İngiltere’ye çok şey borçludur. Beri taraftan, Avrupalı Alain’in “iktidarlara karşı gelen vatandaş” dediği şeyi en çok temsil eden insan Erasmus’tur, yani zekânın ezelî değerleriyle uğraşan; papa için az yumuşak, krallar için ise düşman bir dini veya laik kazayı kuran rahiptir. Tekrarlanan baskılar ile kendini propaganda eden Adagia’ya Eski Çağ atasözü, Dulce bellum inexpcrtls’i (Şavaş, uzaktan seyredenlere tatlı gelir.) örnek almış ve açıklamıştır. Bir başka atasözü kartalın niçin kralları sembolik bir şekilde tasvir ettiğini izah eder: çünkü bu kuş ne güzeldir, ne sesi tatlıdır, ne de eti yenir, ama kendisi et yer, oburdur, ondan herkes iğrenir. Sonucu, 1516-1517 yılları arasında Erasmus, Querela Paris’i yayınlıyor. Bu, parlak, heyecanlı bir barışçılık demecidir. Ne yazık ki fırtına yaklaşmaktadır.
1520 yılındayız. Martin Luther, Wittemberg Kilisesi’nin duvarına indulgences (af pusulası) üzerine doksan beş tezini asalı üç yıl oluyor. Augustinusçu keşiş Roma Kilisesi’ne ve papaya “savaş açalı” iki yıl oluyor. Papa, Luther’e karşı Exsurge Domine Emirnamesi’ni çıkarmıştır. Buna karşılık olarak keşiş 10 Aralık 1520’de Wittemberg’te bir odun yığını yaktırıyor. Emirnameyi bunun içine attırıyor, papa için de aynı sonucu diliyor. Almanya’nın üniversite şehirlerinde dövüşmeler oluyor. Luther sövmelerini arttırıyor ve kötü söz hazinesinin bütün zenginliğini beddualarında kullanıyor.
Yeise kapılan Erasmus susuyor, ama etraftan hücumlar artıyor. Onu işe karışmaya zorluyor, iki taraftan da sıkıştırıyorlar. Luther’e cemile gösteriyor; arzusu dışında yayınlanan Ekim 1518 tarihli bir mektubunda Wittemberg tezlerinden sempati ile bahsetmiştir. Düşmanları olan keşişler ve teologlar yükleniyorlar: “Luther’in ısıttığı yumurtayı Erasmus’un yumurtladığını” avaz avaz bağırıyorlar. Katolik dostları, VIII. Henry, Papa X. Léon ve Papa VI. Adrien kendisinden ıslahatçıya karşı cephe almasını istiyorlar. Beri taraftan, ıslahatın Alman başları ile Luther’in kendisi, Erasmus’un kendi çıkarlarına konuşacağını umuyorlar. Erasmus bocalıyor. Bu barışçı adamın biricik derdi, gittikçe yayılan yangını söndürmektir. İşleri kızıştıran 1520 Emirnamesi’ni yeriyor. İki taraf arasında ara bulucu olmak istiyor. Aslına bakılırsa sınırı aşmıştır.
Tarihin garip bir cilvesi olarak Erasmus’la Luther kısa bir zaman için birleşebildiler; onların, skolastiğe karşı besledikleri tiksintiden başka, hemen hemen hiçbir ortak yanları yoktu. Ortak bir düşmanın varlığı ilkin onları birleştirdi. 1517’den beri Luther, onları birbirinden ayıran ayrıntıları sezmişti. 1519’daki bir mektuplaşma, karşılıklı durumlarını belirtiyor. O zamandan beri kendilerini birbirlerine düşman hissediyorlar.
Erasmus hayata gülümseyerek bakıyor. Luther tabiatta bulaşıcı bir hastalık görüyor. Luther’in “karanlık kargaşalık” saydığı aklı Erasmus seviyor. Erasmus, Holbein’in esprili figürlerinden hoşlanıyor, Luther ise ölüm dansının motifini üstün tutuyor. Erasmus insanın hürriyetine inanıyor, Luther ise insanda şifa bulmaz bir bozulma görüyor. Erasmus’un “Ermiş Sokrates” demesini Luther bir rezalet sayıyor. Ermiş Sokrates ve Ermiş Platon’dan başka, Erasmus’un seçkin ermişi Ermiş Hieronymos’tur. Luther bilhassa Ermiş Augustinus’u seviyor. Erasmus hasımlarını mizahla iğnelediği hâlde, Luther onları kötü söz yağmuruna tutuyor. Erasmus etin fenalığa sürüklenmesine hiçbir zaman inanmaz, Luther ise bununla taciz edilmektedir. Erasmus, Yunan tragedyalarının korolarını biraz fazla ihtiraslı bulur. Luther İncil’de en sert yerleri arar. Erasmus zayıftır, yemek yemez, yalnız güzel şaraplara değer verir, nükteli ve edebî sofra söyleşilerini sever. İri yarı olan Luther ise bira ile çakırkeyif olur ve sofra söyleşileri açık saçık sözlerle süslüdür. Her ikisi de insanın hatasına inanırlar; ama Luther bunu ilk günah şeklinde görür, Erasmus ise ahlaki hatanın düzeltilmemiş şekli olarak değerlendirir. Erasmus’un sofuluğu iyimserdir; her zaman Tanrı’ya doğru, yolunu bulan bir kalbin coşkunluğundadır. Luther’in sofuluğu ise trajik, kötümser, bazen sanki kapalı bir kapıya çarpar. Erasmus tamamıyla mistik olan şeyle asla ilgilenmez. Luther ise Erasmus için son derece aşırı olan şu sözleri söyler: “Onda insanoğlu ile ilgili olan şey ilahi olan şeye galebe çalar.” Erasmus bir pelagien olduğu hâlde, Luther bir Manicheen’dir. Erasmus yarım renklidir, Luther’in ise rengi kıpkırmızıdır. Erasmus konuşur, Luther gürler. Erasmus’un gözünde kadınlar birer Musa’dır. Luther’in gözünde ise kadınlar şişman Katerina’nın özelliklerini taşırlar. Erasmus bir hümanisttir. Luther bir peygamberdir. Sonucu, Erasmus’un aklı fikri su perilerinde, Luther’inse hep şeytandadır.
Uzun müddet Erasmus mücadelenin ne şiddette olduğunu, işin önemini anlayamadı. Katıksız hümanist, bir köşeye çekildi. 1520 Aralık ayında, yani din savaşının en civcivli zamanında, Luther’in tam papanın emirnamesini Wittemberg’te yaktığı saatte yazılmış ve saflığı ile güzel olan bir mektupta bu apaçık belli oluyor. Mektubu yazdığı kimseye Erasmus, teologya münazarası perdesi altında, hümanizmaya karşı büyük bir savaş kundakçılığı edildiğini söylüyor. “Edebiyatta taş taş üstünde bırakmamak için