hilelerden biri sanmayın. Siz de bilirsiniz ki bu adamlar, bazen en güzel büklümünü başkasından aşırdıkları bir söylev üzerinde otuz yıl çalıştıktan sonra, bunu üç günde güle oynaya yazılıvermiş veya dikte edilmiş bir eser diye bize sunarlar. Ben kendi payıma, her ağzıma geleni söylemekten her zaman hoşlanmışımdır.
Benden ne tarif ne de beyan öğretmenin yaptığı bölümlemeyi bekleyin. Zaten bunun kadar yersiz bir şey olamaz. Kendimi tarif etmek, kendime sınır çizmek olur; kudretimin ise asla sınırı yoktur. Kendimi bölmek, bana yapılan türlü tapınmaları birbirinden ayırmak olur; oysaki yeryüzünün her yerinde bana hep aynı biçimde tapınırlar. Hem sonra, kendim karşınızda dururken, bir tarifle, kendime gölgemden daha fazla benzemeyecek kendimin hayalî bir suretini size vermeye kalkışmak neden?
5. İşte ben, gördüğünüz gibi, nimetlerin gerçek dağıtıcısı, Latinlerin Stultitia, Yunanlıların da Moria dedikleri deliliğim! Ama bunu söylemeye ne hacet? Yüzüm beni yeteri kadar tanıtmıyor mu? Bir kimse benim Minerva veya Bilgelik olduğumu iddia etmeyi aklına koymuşsa sözlerimle ona ruhumu çizmem boş bir iş olmaz mı? Tersine, kanı getirmesi için biraz bana baksın, yetmez mi? Bende ne cila ne de herhangi bir mürailik olabilir; alnımda da hiçbir zaman gönlümde olmayan bir duygunun belirtileri görülemez. Sonuç olarak, her yerde o kadar kendime benzerim ki hiç kimse beni saklayamaz: hatta bilge rolü oynamak isteyen, öyle geçinmeyi en çok isteyenler bile. Bütün suratlarına rağmen, onlar erguvanlar giymiş maymunlara veya arslan postuna bürünmüş eşeklere benzerler; ne yapsalar, yine de Midas’ın başını açığa vuran bir kulak ucu aradan görünür.
6. Gerçekten, insanoğlu bana karşı çok nankör! En sadık tebaam oldukları hâlde, adımı herkes içinde taşımaktan pek utanırlar; hatta sanki bir şerefsizlik, alçaklık belirtisi imiş gibi bunu başkalarında da ayıp görmeye kadar varırlar. Ama Thalesler derecesinde bilge olduklarını sanan bu zırdeliler, Morosophe, yani bilge-deli adını hak etmiyorlar mı? Çünkü dili sülükler gibi kullanır görünce kendilerini birer tanrı sanan, Latince bir söylevde Yunanca birkaç kelimeyi yerli yersiz, arapsaçı hâline getirerek kullanıp, sözü muamma hâline sokan şu günümüzün beyan öğretmenlerini benim de taklit edesim geldi. Bu öğretmenler hiçbir yabancı dil bilmeseler bile küflü dört, beş kitaptan eski birkaç kelime çıkarıp, bunlarla okuyucunun gözlerini kamaştırırlar. Bu kelimeleri anlayanlar allameliklerinin tadını tatmak fırsatını bulmakla kurum satarlar; anlamayanlarda ise anlaşılmadıkları oranda hayranlık uyandırırlar. Çünkü uzaktan gelen şeylere fazla hayranlık göstermek, dostlarım için azımsanacak bir zevk değildir. Sonuncular arasında, bilgin geçinip benbenliğinde olanlar varsa küçük bir hoşnutluk gülümsemesi, küçük bir “evet” işareti, eşeklerinkine benzer bir kulak sallama, bunların cahilliklerini başkalarının gözünde örtmeye yeter. Ama biz konumuza dönelim.
7. Şimdi, pek… Nasıl söyleyeyim? Pek deli dinleyicilerim! Niçin olmasın? Deliliğin mesleğini tanıyanlara verilebilecek en şerefli ad! O hâlde, pek deli dinleyicilerim, artık benim adımı biliyorsunuz. Ama aslımı neslimi bilmeyen birçok kimse bulunduğundan, bunu da Musaların yardımıyla tanıtmaya çalışayım.
Ben ne Khaos’tan ne de cehennemlerden çıktım; hayatımı ne Saturn’e ne Yafes’e ne de o eski püskü tanrılardan herhangi birine borçluyum. Babam Plutustur; o Plutus ki -Homeros, Hesiodos, hatta büyük Jüpiter kızmasın- tanrıların, insanların babasıdır. O Plutus ki bir vakitler olduğu gibi bugün de bütün bayağı, bütün kutsal şeyleri dilediği gibi altüst eder. O Plutus ki, savaşı, barışı, imparatorlukları, meşveretleri, mahkemeleri, halk meclislerini, evlenmeleri, antlaşmaları, kanunları, sanatları, ciddiyi, şakayı, bilmem neyi, -of, saymaktan nefesim tükendi- gönlünce yürütür. Sonucu, o Plutus ki insanların genel, özel işlerini canının istediği gibi yönetir; o Plutus ki onun yardımı olmasaydı, o tanrılar sürüsü hatta büyük tanrıların kendileri ya hiç var olmayacaktı ya da hiç değilse açlıktan nefesleri kokacaktı. Plutus’un öfkesi o kadar müthiştir ki, Pallas bile bizi ona karşı koruyamaz; teveccühü o kadar değerli, koruması o derece kuvvetlidir ki bunlara ulaşan mesut ölümlü Jüpiter’e ve onun yıldırımına meydan okuyabilir.
Babam beni, Jüpiter’in asık suratlı Minerva’yı yarattığı gibi kafasında yaratmadı; o bana cinlerin en güzeli, en neşelisi, en canlısı olan Neotete’yi, gençliği ana olarak verdi. Şu topal Vulcanus gibi, suratsız bir evliliğin görevlerinin meyvesi de değilim; Homeros’un dediği gibi, ben aşkın en tadına doyulmaz vecitleri içinde doğdum. Sonucu, sakın yanılmayın; Plutus, Aristophanes’in çizdiği gibi, artık çökmüş, gözleri görmez bir ihtiyarken değil, vaktiyle, en dinç yaşta, damarlarında gençlik ateşi yanarken, tanrıların sofrasında abıhayat içip coştuğu o hoş anlarından birinde beni dünyaya getirdi.
8. Belki doğduğum yeri de öğrenmek istersiniz; çünkü bugün bir çocuğun ilk çığlığı kopardığı yerin beyzadeliğinde pek esaslı olduğuna inananlar var. Onun için şunu da söyleyeyim ki ben ne dalgalı Delos Adası’nda ne denizin dalgaları üstünde ne de derin mağaralarda doğdum; ben Saadet Adaları’nda, toprağın hiç sürülüp ekilmeden en zengin bağışlarını kendiliğinden verdiği o sevimli diyarda dünyaya geldim. Emek, ihtiyarlık, hastalıklar bu bahtlı toprakların hiçbir zaman yanına sokulmamıştır. Orada ne ebegümecinin ne acı baklanın ne de ancak avam halka yakışır bütün öteki bitkilerin bittiği görülür. İnsan orada ne yana dönse molyler, deva veren küller, nepenthes otları, merzenkuşlar, güller, menekşeler, sümbüller göze, buruna zevk verir; bu dilber yerleri, Adonis’in bahçelerinden bin kat daha nefis birer bahçeye çevirir.
Bu büyülü yerde benim doğuşum asla gözyaşlarımla haber verilmedi; dünyaya gelir gelmez anneme tatlı tatlı gülümsediğim görüldü. Jüpiter’in bir keçi tarafından emzirilmek saadetine haset etmekle haksızlık etmiş olurdum; çünkü dünyanın en zarif iki perisi; Bakkhos’un kızı Metne, sarhoşluk ve Pan’ın kızı Apodie, cahillik sütninem olmuşlardı. Onları burada arkadaşlarım, cariyelerim arasında görüyorsunuz.
9. Cariyelerimden laf açılmışken onları da size tanıtayım. Şurada size küstah bir eda ile bakanı “Benbenlik”tir. Öteki güler yüzlü, elleri alkışlamaya hazır olanı “Yüze Gülücülük”tür. Burada uyuklayan, şimdiden dalmış görünen “Unutma Tanrıçası”dır. Daha ötede “Tembellik” kollarını kavuşturmuş, dirseklerine dayanmaktadır. Çelenklerinden, güllerle örülmüş taçlarından, süründüğü latif kokulardan “Şehvet”i tanımadınız mı? Hayâsız, kararsız bakışlarla etrafına fıldır fıldır bakan cariyeyi görmüyor musunuz? Bu, “Bunaklık”tır. Teni o kadar parlak, vücudu pek temiz, tombul olan “Zevküsefa Tanrıçası”dır. Ama bütün bu tanrıçalar arasında iki de tanrı görüyorsunuz: Comus ile Morpheus.
Evrende var olan her şeyi bu sadık hizmetkârların yardımı ile hükmüm altında tutar, yeryüzünü yönetenleri ben onların aracılığı ile yönetirim.
10. Artık aslımı, neslimi, aldığım terbiyeyi, maiyetimi öğrendiniz. Kimsenin, kendime tanrıça1 adını vermekle hafiflik ettiğimi sanmaması için, şimdi de size tanrılara, insanlara sağladığım faydaların neler olduğunu anlatayım; devletimin bütün genişliğini göstereyim. Bütün dikkatinizle beni dinleyin.
İnsanlara iyilik etmek, tanrı olmaktır, sözü haklı bir söz de buğdayı, şarabı icat edenler veya benzerlerine bu soydan başka faydalar sağlayanlar haklı olarak ölümsüzler sırasına konmuş da, ölümlülere bütün faydaları, bütün nimetleri bir arada saçan ben, bütün tanrıların en büyüğü sayılmayacak mıyım?
11. Önce, hayattan daha tatlı, daha değerli bir şey var mı? Bu nimetin kaynağı ben değil miyim? İnsanları meydana getiren, çoğaltan, ne kendini beğenmiş Pallas’ın mızrağı