bu galeride geçit resmi yaparlar. Bu eser Erasmus’a, tabii ki bütün eserlerinin kazandırdığından daha çok düşman kazandıracaktır.
Bununla beraber, Luther ısrar ediyor. Hümanistin temkinli davranışlarını kabul etmiyor. Ya onunla birlik ya da ona karşı olmak gerek… “Bizim Erasmus’u okuyorum, ona olan teveccühüm günden güne azalıyor… İsa’dan ve mağfiretinden, korkarım, bıkıyor… İnsan Yunanca ve İbranice bilmekle gerçekten bilge Hristiyan olmaz. Beş dil bilen Ermiş Hieronymos, bu dillerden ancak birini bilen Ermiş Augustinus değerinde değildir. Erasmus bu fikirde değildir, ama cüzi iradeye biraz kudret bağışlayan kimse, ancak mağfireti tanıyan kimse gibi hüküm vermez.”
Luther’in bu mektubu 1517 yılında yazılmıştır. Yedi yıl sonra başlayacak savaşın alanını belirliyor. 1523 yılına doğru ve VIII. Henry’nin ısrarları üzerine, karanlık Luther teolojisiyle gittikçe daha çok karşılaşan Erasmus, ıslahatçıya karşı işe karışmaya karar veriyor. Böyle yapmakla, geçmişteki davranışına hiç de zıt hareket etmiş değildir. Kişi hürriyetinin ezelden mukadder oluşu doktrinine karşı savunmada bulunmakla Erasmus insan tabiatını hümanist olarak savunmaya devam ediyor. Belgesi de şu ki; De Libera Arbitrio’da o gelenek olmuş bütün skolastik delilleri bırakıyor. Luther şiddetli bir vuruşla buna De Servo Arbitrio ile karşılık veriyor. Ertesi yıl, Erasmus buna Hyperaspistes ile karşılık verecektir. İşe yumuşaklıkla başlıyor, çok keskin ve çok şiddetli oluyor.
Erasmus’un düşmanları, büyük din buhranı sayesinde galebe çaldılar. Gençliğinde derslerini dalgın bir surette takip ettiği Paris Fakültesi Colloques’u, sonra cümle cümle bütün doktrinini mahkûm ediyor. Bununla beraber, Erasmus çalışmaya devam ediyor. Eski dostu Froben, Paraphrases ve Colloques’tan sonra Ermiş Hilaire’i, Percatio Dominica’yı, Exomologensis’i, Lingua’yı, Instihıtio Christiani Matrimonii’yi, Ermiş Irene’yi, Ermiş Ambroise’ı, De Pronuntiatione’yi, Ermiş Chrisostomus’u, Ermiş Augustinus’u yayımlıyor. Bir Latin atasözünün dediği gibi, emek kederi unutturur.
1529 yılının bir nisan günü Paris Parlamentosu, Colloques’tan ve Paraphrases’dan bazı sayfalar çevirdiği için, Louis de Berquin’i ateşte yakılmaya mahkûm ediyor. Altmış üç yaşında olan Erasmus bu dehşet verici olayı gizli bir korku ile haber alıyor. Yorulmuştur. Bâle’deki evinde akşam, çok sevdiği Burgonya şarabıyla yediği mütevazı bir yemekten sonra, Froben ile baş başa, halk arasındaki ününün gerileyişini gözden geçiriyor. “Bir vakitler birçok mektupta Büyük Kahraman, Edebiyatın Prensi, İncelemelerin Güneşi, Gerçek Teolojinin Desteği diye anılan beni tanımıyorlar veya beni birbirinden tamamıyla ayrı renklerle gösteriyorlar.” O zamanın bir mektubundan alınan bu parçayı Erasmus dostlarına kaç defa tekrarlıyor. İhtiyar melankolisi… Artık arzulamadığı zamanda zenginliğe ulaştı. Ama son günlerine yaklaştığı zamanda şöhret elden gidiyor. Guillaume Farel, Oecolampade gibi ıslahatçılarla işlenen Bâle kaynaşıyor. Froben ölüyor. Daha gözlerinin yaşı kurumadan, ihtiyar adam bir daha yollara düşmeye karar veriyor.
Sakin ve taze bir şehir olan Freiburg im Breisgau onu karşılıyor. Altı yıl orada çalışıyor. Son bir münazara onu hümanistlere, evvelce başı olduğu o hümanistlere karşı çıkarıyor. Okuyucularının diğer yarısını da yitiriyor.
Ölümünden üç yıl önce, “Martin Luther’in az kanaatkâr bir mektubuna karşı savunma” yayınlıyor. Bütün Erasmus bu adın içindedir, ama ölçü ve kanaatkârlık zamanı geçmiştir.
Son bir felaket haberini öğrenmek üzere tekrar Bâle’e dönüyor. Thomas Morus, VIII. Henry tarafından 1535’te Londra Kalesi’nde boynu vurulmak suretiyle idam edilmiştir. Mountjoy da ölmüştür. Bu adamlarla birlikte, Erasmus’un gençliğinin bir faslı, Oxford, otuz yaşının İngilteresi yok oluyor. Dostlarının mektuplarını karıştırıyor; her birine, Bealus Rhenanus’un dediğine göre “Bu öldü.” diyor.
Pek yakında Beatus Rhenanus, Erasmus için “Bu da öldü.” diyecektir. 1536 Temmuz ayının 11. gününü 12. gününe bağlayan gece, Erasmus mesanede taş hastalığının ağrıları içinde, felçten kımıldanamaz hâle gelerek, bütün malını, servetini fakirlere bırakarak, İlahi merhameti niyaz ederek, barbarların dünyasını ebedî olarak bırakıp gitmiştir.
Bu barbarlara bir mesaj bırakıyor.
O, Petrarca, Machiavelli, Guichardin, Ramus, modern zihniyetin kurucularından biri olan Pic de la Mirandole ile beraberdir. Adagiflerine yazdığı ön sözde, skolastikleri insanı tanımadıklarından ötürü yermiştir. O kendisi, insanı evrenin merkezine koyar. XVI. yüzyılda itibar kazanacak Platoncu düşünce. Hasımlarına göre payen fikir. Çünkü Luther onu mağfireti tabiata feda etmekle yermiş; din ıslahatı aleyhtarı Katolikler ise, manevi hürriyeti okulun delilleriyle hiç savunmadığından ötürü ona kızmışlardır. Bununla beraber, sonraki yüzyılın “sofu hümanist”lerinin en büyüklerinden biri olan P. Yves de Paris de insanda “maddi âlemin sonuncu ve ilk örneğin en kesin hayali”ni görecektir. Hümanistin ölümünden kırk yıl sonra Erasmus’un beğeneceği bu formül skolastiklerden onun öcünü alıyor.
Ama Rönesans hümanizmasında Deliliğe Övgü’nün özel payı, içine Sokrat istihzası ile Oxford mizahının katıldığı fikrî hiciv anlamıdır. Erasmus, bu hafif silahları kuşanarak gelenekçi dogmatizmaya karşı çıkmıştır. Bu bakımdan, Deliliğe Övgü zihnin bir çeşit tenkitçi temizlenmesi gibi, Descartes’ın veya Kant’ın ilk teşebbüsleriyle kıyaslanacak bir işlem olarak göz önüne alınabilir. Dogmatizmaya ancak alayla en iyi şekilde hücum edilebilirdi. O tarihlere doğru Collège de France’de profesör olan Pierre Ramus, Erasmus’un Deliliğe Övgü’de mizahı bir düşünce metodu yapmakla, Sokratlaştığını haykırmıştı.
Ama insanı bunca sevmiş olan bu hümanistin kendisi tam insan değildir. Bu bilgenin, bu alçak gönüllünün, bu itidal sahibinin, bu hasta mizaçlı adamın hem “Ya iç ya da defol!” diye bağırması hem de aşkın övgüsünü yapması düpedüz farfaracılıktır. Bu düzensiz rahibe karşı pek yumuşak davranmayan din ansiklopedilerinin hepsi de onun taşkınlıklar etmekteki iktidarsızlığını zalimcesine kaydediyorlar. Erasmus, Pic de la Mirandole’ün sözünce, yeryüzü bedenini, bitki ruhunu ve melek zekâsını kendinde ahenkli bir şekilde toplayan, gerçekten hür bir insan tipini hayal etmişse de kendisi bu insan olamamıştır. Eğer Erasmus’un kişiliğinde dramatik bir unsur bulup çıkarmak istersek bunu hümanistle insan arasındaki bu anlaşmazlıkta, bu gizli tenakuzda, bu noktada yakalayabiliriz.
ROTTERDAMLI ERASMUS’TAN DOSTU THOMAS MORUS’A
Geçenlerde İtalya’dan İngiltere’ye dönerken, at üstünde geçirmem gereken zamanı faydasız hülyalarla yitirmektense, kâh ortak araştırmalarımızı içimden tekrar gözden geçirmek kâh bıraktığım sevgili ve bilgin dostların güzel hatırasını yaşamak daha hoşuma gidiyordu. Aziz dostum Morus, siz sık sık hatırladıklarımdan biri idiniz. Sizin yokluğunuzda, yanınızda geçirdiğim anları, sizi temin ederim ki hayatımın en mesut anları olan o anları gözümün önünde canlandırıyordum.
Bir şeyler yapmaya niyetlenmekle beraber, ciddi bir eser yazacak uygun şartlar içinde bulunmadığımdan, Deliliğe Övgü yazarak neşelenmek hevesine kapıldım.
“Hangi Minerva bu acayip fikri size ilham etti?” diyeceksiniz belki. İlk önce, sizi düşünürken, soyadınız More bana Yunanlıların “delilik”e verdikleri “moria” adını hatırlattı; oysaki bu ilgi sadece adlar arasındadır ve herkesin de bildiği gibi, siz bu tanrıçanın etkilerinden pay almaktan pek uzaksınız.
Hem sonra bu şakadan sizin de hoşlanacağınızı düşündüm. Zira bilirim ki Demokritos gibi, siz de bazen insanoğlunun hayatına güler, zariflikten ve