Desiderius Erasmus

Deliliğe Övgü


Скачать книгу

kendini neşeye, acayipliğe, deliliğe verir. Bir kelime ile, ne kadar bilge olursa olsun doğurtmanın zevklerini tatmak istiyorsa bana, yalnız bana başvuracaktır.

      Ama neden her şeyi, alışık olduğum gibi size gayet tabii olarak söylemeyeyim? Söyleyin bana, rica ederim; baş, yüz, göğüs, eller, kulaklar mı, bu şerefli uzuvlardan biri mi tanrıları, insanları yaratır? Hiçbir zaman. İnsanoğlunun yayılmasına hizmet eden bölüm o kadar tuhaf, o kadar gülünçtür ki, gülmeden onun adını anamayız. Böyle olmakla beraber, bütün varlıkların hayatı, Pythagoras’ın sayılarından daha çok, bu kutsal kaynaktan gelir.

      Hem açık konuşalım, akıllı bir insan olarak evliliğin sıkıntılarını önceden göz önünde tutmuş olsa hangi ölümlü başını evliliğin boyunduruğuna sokmak isterdi? Gebeliğin rahatsızlıkları, doğum sancıları, tehlikeleri, terbiyenin bıktırıp usandıran dertleri üzerinde ciddi olarak düşünmüş olsa hangi kadın erkeğin sevdalı ısrarlarına kendini kaptırırdı? Mademki hayatınızı evlenmeye borçlusunuz, evlenmeler de cariyelerimden biri olan “Bunaklık” tarafından kurulmuştur; o hâlde bana ne nimetler borçlu olduğunuzu varın düşünün! Bundan başka, bir kadın bütün bu sıkıntıları çektikten sonra, dostum “Unutma Tanrıçası” onun üzerinde etki yapmasa, tekrar bu sıkıntılara katlanmayı göze alabilir mi? Şair Lucretius istediğini söyleyin! Benim yardımım olmadıkça, bütün kuvvetinin kudretsiz, sönük ve etkisiz kalacağını Venüs’ün kendisi bile inkâr edemez.

      İşte, halkın keşiş diye andığı kimseler tarafından yerleri alınan şu kendini beğenmiş filozoflar, benim başkanlık ettiğim o acayip, gülünç oyunda peyda olmuşlardır; erguvanlar giymiş krallar, Tanrı’nın rahipleri, pek ermiş babalarımız papalar bu oyunda peyda olmuşlardır. Sonucu; Olympos’un, ne kadar büyük olursa olsun, ancak barındırabileceği o sayısız şairce tanrıların hepsi de yine bu oyunda peyda olmuşlardır.

      12. Ama hayatın kökünü, başlangıcını bana borçlu olduğunuzu ispat etmek fazla bir şey ifade etmez; şimdi size göstereceğim ki bu hayatın bütün faydaları, bütün hoşlukları da iyilikseverliğime borçlu olduğunuz bağışlardır.

      Doğrusu ya, hayatın bütün zevklerini çıkarıp atarsanız, hayatın nesi kalır? Böyle bir hayata hayat demeye değer mi? Dostlarım, beni alkışlıyorsunuz! Benimle aynı düşüncede olamayacak kadar deli, yani bilge olduğunuzu, ah, pek iyi biliyorum… Stoisyenler bile zevki severler; ondan tiksinmek ellerinden gelmezdi. Şehveti istedikleri kadar gizlemeye, en çirkin sövgülerle onu halkın gözünden düşürmeye savaşsınlar, hepsi gösteriş! Bütün yaptıkları, şehvetten daha çok faydalanmak için başkalarını uzaklaştırmaktan ibarettir. Ama bütün tanrılar aşkına söylesinler bana; zevkle, yani delilikle tatlılaştırılmamışsa hayatın hangi bir anı tasalı, sıkıcı, tatsız, çekilmez, yavan değildir? Burada yalnız Sophokles’i tanık tutmakla yetineceğim; bu büyük şairi ne kadar övsek yine azdır; “En keyifli hayat, hiçbir bilgelik olmadan sürüp giden hayattır.” demekle o beni ne güzel övmüştür. Böyle olmakla beraber, bu meseleyi biraz daha inceden inceye değerlendirelim.

      13. İlk önce, insanın ilk çağı olan çocukluğun, çağların en neşelisi, en hoşu olduğu doğru değil midir? Çocukları sever, öper, bağrımıza basar, okşar, onlara bakarız; bir düşman bile onlara yardım etmemezlik edemez. Bu nereden geliyor? Çünkü daha doğar doğmaz, uzgören tabiat ana onların etrafında, kendilerini büyütenleri büyüleyen, zahmetlerini unutturan ve bu küçük varlıklara muhtaç oldukları iyilikseverliği ve kanat germeyi çeken bir delilik havası yaratmıştır.

      Ya çocukluktan sonraki çağın herkesin gözündeki cazibeleri? Bu çağı desteklemek, ona yardım etmek, onun imdadına koşmak için az mı çırpınırız? Peki, bu çağı yürekten sevdirecek latiflikleri ona bağışlayan ben değilim de kimdir? Gençlerden usandırıcı bilgeliği uzaklaştırıp üstlerine zevklerin göz alıcı cazibesini yayıyorum. Hem burada size havadan masallar uyduruyorum sanmamanız için, insanların büyütüp yetiştirdikleri, deneyle derslerin onları bilge kılmaya başladığı zamanı gözünüzün önüne getirin; derhâl güzellik solmaya başlar, neşe söner, kuvvet azalır, cazibe uçup gider; benden uzaklaştıkça, hayat onları yüzüstü bırakır. Sonucu, kendilerine de başkalarına da yük olan o kasvetli ihtiyarlığa ulaşırlar.

      İnsanoğlunun çektiği sefaletler beni bir kere daha onun yardımına koşmaya sürüklemezse, şüphe yok ki ihtiyarlığa katlanacak hiçbir ölümlü kişi bulunamaz. Ölümlüler hayatı yitirmek üzere iken, bir şekilden başka bir şekle girme ile onları avutan şairlerin tanrıları gibi, ben de mezarın eşiğindeki ihtiyarları değiştirir, elimden geldiği kadar onları yine çocukluğun o mesut çağına doğru geri götürmeye çalışırım.

      Bu değişikliği hangi araçlarla yaptığımı öğrenmek isteyenden hiçbir şeyi gizleyecek değilim. İhtiyarları Lethe Nehri’nin Saadet Adaları’ndaki (çünkü ahirette bu nehrin ancak pek küçük bir kolu akar) kaynağına götürür, bu hayatın bütün sefaletlerini unutmayı orada onlara kana kana içiririm; kuruntuları, tasaları azar azar dağılıp gider; gençleşirler.

      Ama ihtiyarlar saçmalarlar, abuk sabuk söylenirler, diyeceksiniz. Bakın, bunda haklısınız. Çocukluğa dönmek de zaten budur. Saçmalamak, abuk sabuk söylenmek, çocuklaşmak demek değil midir? Bu çağın hoşumuza gitmesi, bizi eğlendirmesi de bilhassa akıl eksikliğinden ötürü değil mi? Gerçekten, yetişmiş bir insan kadar bilge bir çocuktan herkes tiksinmeyecek mi, her yerde ona bir yaratılış azmanı olarak bakmayacaklar mı? Çocuktaki vakitsiz bilgelikten iğrenirim, demek ki atasözü haklıdır.

      Muhakeme ile deney kadar, çabuk anlama kabiliyeti de olan bir ihtiyarın söyleşisini ve meclisini kim çekebilir? İhtiyarı saçma sapan söyleten, sayıklamayı ona veren işte benim; ihtiyardan bütün o kuruntuları, bilgeyi üzen bütün o tasaları kovan da yine bu sayıklamadır. İhtiyar, hoş bir sofra arkadaşı olarak, elde kadeh, dostlarına akıl vermesini bilir. Neşe içinde yaşar, en güçlü kuvvetli kimselerin bile taşımakta zorluk çektikleri hayat yükünün ağırlığını pek duymaz. Hatta bazen, Plautus’un iyi ihtiyarının yaptığını yapar; o güzelim “seni seviyorum” sözünü de söylemesini öğrenir. Oysaki bütün aklını kullansaydı ne acınacak hâli olurdu!

      Ama benim iyiliklerimle mesut ihtiyar dostları tarafından sevilmektedir, neşeli bir söyleşiye de pekâlâ katılabilir. Çünkü o Homeros’un sözlerine bakılırsa, ihtiyar Nestor’un ağzından baldan daha tatlı sözler dökülürken öfkeli, kızgın Akhilleus acı sözler püskürüyormuş. Yine aynı şaire göre, ihtiyarlar, duvarları gerisinde emniyette, şen ve şakacı söyleşiler ederlermiş. Bu bakımdan, ihtiyarlık çocukluğa da üstün gelir. Çünkü ne kadar hoş olursa olsun çocukluk, hayatın pek tatlı zevklerinden biri olan dedikodu zevkinden yoksundur.

      Hem sonra, ihtiyarlar çocukların meclisinden pek hoşlanırlar; çocuklar da ihtiyarların meclisinden; çünkü tanrılar benzerleri bir araya getirmeyi severler. İhtiyarlığın özelliği olan yüzdeki buruşuklarla yılların sayısı bir yana bırakılırsa gerçekten, ihtiyarla çocuktan daha çok birbirine benzeyen iki şey var mıdır? Her ikisinin de ak saçları, dişsiz bir ağzı, çelimsiz bir vücudu vardır; her ikisi de sütü sever, kekeler, durmadan çene çalar; budalalık, unutma, boşboğazlık, hasılı her şey bu iki çağ arasında tam bir benzerlik vücuda getirmeye yardım eder. İnsanlar ihtiyarladıkça, çocuklara daha çok benzerler; ta ki gerçek çocuklar gibi, hayattan iğrenmeden ve ölümü görmeden bu dünyadan göçüp gidene kadar…

      14. İnsanlara dağıttığım bu iyiliği, isterlerse şimdi öteki tanrıların bir şekilden başka bir şekle sokmalarıyla kıyaslasınlar. Burada kızgınlık anlarındaki o bir şekilden başka bir şekle sokmaların hiç lafını etmeyeceğim; teveccühlerinin en büyük belgesi sayılanları