Samed Behrengi

Samed Behrengi Bütün Öyküleri


Скачать книгу

salmış, öne eğik başıyla sabır içinde ve usul usul toprağı deliyor, yukarılara doğru yol alıyordu. İki gün sonra güneşin doğuşunu görmeye kesin kararlı gibiydi.

      Yeni bir kök geçiyordu gövdemin tam altından, o uzanırken bir yandan da beni gıdıklıyordu. Dediğine göre, suyun kenarındaki badem ağacının köklerindendi. Bademin kökleri de olanca gücüyle toprağın suyunu ve besin maddelerini emip içine çekmekteydi.

      Üzerime damlamakta olan su damlaları, toprağın üzerindeki kardan eriyip geliyordu ve birkaç gün sonra kesildi.

      Günün birinde bir hışırtı duydum çevremden. Akıllı bir kara karınca sürüsü yanıma kadar ulaştı ve kabuğumu ısırmaya çalıştılar. Karıncalar, gelirken yanlarında, güneşin sıcaklığını ve baharın kokusunu da toprağın içine kadar getirmişlerdi. Isırmalarından anladığım kadarıyla tünel kazıyorlardı. Bir süre uğraşıp didinip, sert kabuğumu ısırıklarıyla delmeye çalıştılar, ama bunu başaramayacaklarını anladıklarında yollarını değiştirip başka bir yöne doğru tünel kazma faaliyetlerine devam ettiler. Toprağın üzerine çıkıp da ağaç olacağım vakte kadar bir daha da görmedim onları.

      Suyu eme eme o denli şişmiştim ki, sonunda kabuğum dayanamayıp çatladı. İşte bu çatlaktan, ilk minik beyaz kılcal kökümü dışarıya uzattım ve toprağın içine doğru sürdüm. Böylece, o büyüyüp de güçlü bir kök hâline gelince, onun üzerinde doğrulup boy atacak, filizlenecektim. Sonrasında ufacık sürgünümü yukarı doğru gönderdim. Başını eğerek yükselmesini ve boy atmasını, toprağı yarıp güneşi bulmasını öğretmiştim ona. Sürgünün ucunda ufacık bir filizim vardı, toprağı yarıp yüzeye çıktığımda gövdemi oluşturacaktı. Köklerim iyice güçlenip etrafından besin maddeleri emecek hâle gelinceye değin, içimde depoladığım besini tüketiyor, minicik köklerimle sürgünümü bununla besliyordum.

      Toprağın içinde beni boğulmaktan kurtaracak kadar hava vardı. Dışarısının ısısı da toprağa girebiliyordu üstelik.

      Bu günlerde yorgunluğum kalmamıştı artık. Başlarda kendi içimde gelişmiş, böylece dönüşmüş ve yepyeni bir hâle girmiştim. Tabii, çekirdek olduğum zamanlar, tam anlamıyla olgun bir çekirdektim, bir yere kıpırdayıp hareket edemiyor, serpilemiyordum. Fakat artık tam bir ağaç olmak istiyordum, bununla birlikte hâlen çok fazla eksiğim ve gidecek çok yolum vardı önümde. Kendi kendime düşünüp duruyordum: Tam bir çekirdekle henüz gelişmemiş bir ağaç arasındaki fark, çekirdeğin bir çıkmaz yola girdiğinde kendini değiştirmemesi hâlinde çürümesinin kaçınılmaz oluşuydu, buna karşılık henüz gelişmemiş durumdaki ağacın önünde oldukça parlak bir gelecek kendisini bekliyordu. Her şey, her saniye değişip dönüşmekteydi. Tüm bu gelişmeler, birbirini takip edip de üst üste birikmeye başladığında, belirli bir aşamaya varıyor ve artık o şey eskisinden farklı bir hâle dönüşüyordu. Mesela ben, artık bir çekirdek değildim, ufak bir fide, gelişen bir sürgün hâlini almıştım. İncecik köklerim ve oluşum halinde bir gövdem vardı, filizlerim ve sarı yaprakçıklarım iki çeneğimin arasında toplanmış, devamlı yukarı doğru boy atmaktaydım. Toprağın üzerine kendimi tamamen atınca, yaprakçıklarımı güneşin önüne serecektim, güneş de onları yemyeşil renge boyayacaktı. Bol tomurcuklu ve sulu şeftaliler veren, çiçekli bir ağaç olma düşü beni canlı tutuyordu. Ufacık ve körpe bir sürgündüm henüz, ama aydınlık bir gelecek uzanıyordu önümde…

      Ceviz büyüklüğünde bir taş önüme dikilmiş, büyüyüp gelişme yolumu kesmişti. Onu delip geçemeyeceğimi anladığımda, çaresiz bir şekilde çevresinden dolanıp yukarı doğru yürüyüşümü sürdürdüm.

      Yukarı doğru her yükseldiğimde, güneşin sıcaklığını daha fazla hissediyor, bunu hissettikçe de daha fazla ona doğru uzanıyordum. Artık toprağın hemen yüzeyine daha yakın ot köklerinin arasından geçmekteydim. Nihayetinde, toprağın üst yüzeyine, güneş ışığının sızdığı kısma eriştim. Artık yukarı doğru sadece çok ince bir tabaka kalmış olduğunu anladım. Çok sürmedi, birkaç saat sonra bir baş darbesiyle o ince kısmı da yardım ve başımı topraktan yukarı doğru uzattım. Yüzeye çıkınca, güneşin ışığı ve sıcaklığı karşıladı beni.

      Toprağın üzerine çıkmıştım artık. Bu toprak annemin de annesiydi, benim de annemdi. Kuşkusuz tüm canlıların toprak anasıydı o.

      Az ötemde, baştan ayağa beyazlara bürünmüş badem ağacını gördüm, güneşin altında sere serpe uzanmış, parıl parıl parlıyordu. Öylesine güzel ve hâlinden hoşnuttu ki, beni de yürekten mutlu etti. İçtenlikle selamladım onu, badem ağacı da cevaben, “Merhaba canım, ay yüzlü güzelim, toprağın üstüne hoş geldin, aşağıda ne var ne yok?” dedi.

      Etraftaki çalılar bitkiler bile boy atıp gölge yaparken, benim iki solgun yaprakçığımdan başka bir şeyim yoktu ve henüz yeni yeni başımı dik tutabiliyordum.

      Polat ve Sahip Ali yanıma geldiklerinde, on-on iki tane yeşil yaprağım vardı artık. Boyum etrafımdaki bazı bitkilerden daha uzun olmuştu, ama çalılar benden epeyce uzundu hâlen. Bu çalılar o kadar hızlı hızlı ve acelesi varmış gibi boy atıyorlardı ki, hayretler içinde kalıyordum onları gördükçe. Bir an düşündüm ki, bunlar bu hızla büyürlerse birkaç güne kalmaz badem ağacını da geçerler. Ama toprağın altında güçlü köklerinin olmadığını anladığım zaman, kısa süre içinde sararıp solacaklarını ve hayatlarının uzun sürmeyeceğini düşündüm kendi kendime.

      Polat ve Sahip Ali beni gördüklerine sevinmişlerdi. İkisi de mutlulukla, “Bu ağaç artık bizim.” dediler. Çaya birkaç sefer yapıp, avuçlarıyla su taşıdılar ve dibime döktüler. Sonra da bırakıp gittiler. Kulağıma gelen bel ve kürek seslerinden, bahçıvanın yakınlarda bir yerde olduğunu ve tarlaları sulamakta olduğunu anladım.

      Baharın sonları yaklaşırken, çalıların artık daha fazla boy atıp büyüyemediklerini gördüm. Açtıkları çiçekler tohum hâlinde etrafa saçılıyor ve günden güne sararıyorlardı. Yaz geldiğinde, ben de artık onların boyuna erişmiştim, ama dalım yoktu henüz. Biraz daha uzayıp, ondan sonra dal budak salmak istiyordum.

      Polat ve Sahip Ali sık sık yanıma geliyor, bazen uzun bir süre oturup, geleceğimden ve kendi planlarından bahsediyorlardı. Bir gün gelirken yanlarında parlak derili, kocaman bir kızıl yılan ölüsü getirdiler. Başını sopayla ezip dağıttıkları belli oluyordu. Yarım metre kadar ötemde toprağı biraz kazdılar ve yılanın ölüsünü oraya gömdüler.

      Polat ellerini çırptı keyifle ve

      “Çok hoşuna gidecek.” dedi. Elbette beni kastediyordu bu sözle.

      Sahip Ali:

      “Bir yılan, birkaç teneke gübreye bedeldir.”

      Polat:

      “İnşallah seneye ilk meyvesini yeriz artık.”

      Sahip Ali:

      “Bilmem ki olur mu, şimdiye kadar hiç ağacımız olmadı ki!”

      Polat:

      “Olsun, şeftali ağaçlarının çabuk meyve verdiklerini duymuştum.”

      Evet, bunu ben de duymuştum. Annem iki yaşına geldiğinde, ilk meyvelerini vermiş iki tane.

      Şeftalilerim büyüyüp de olgunlaştıklarında nasıl şekil alacaklardı, merak ediyordum doğrusu. Bir an önce meyve vereyim de şeftalilerim vücudumdaki besini ve suyu nasıl emiyorlar göreyim istiyordum. Şeftalilerim irileşip kocaman olsalar da, dallarımı yerlere kadar eğseler diye hayal kuruyordum.

      Yaz gelip geçti ve sonbahara eriştik.

      Gövdemin