Samed Behrengi

Samed Behrengi Bütün Öyküleri


Скачать книгу

hatırımda değil şimdi ama gövdemin üst kısmında dört beş tane böyle düğüm yerim vardı. Bu düğüm yerlerinden tomurcuk ve çiçek vermeyi düşlüyordum. Zihnimi hep çiçeklerimle meşgul etmeyi çok seviyordum.

      Havalar soğudukça ben de yavaş yavaş uyku haline geçiyordum.

      İlk kar yere düşüp de toprak artık donmaya başladığında, ben de derin bir uykuya yatmıştım.

      Polat ve Sahip Ali gövdemi eski bez ve çuval parçalarıyla sarıp sarmalamışlardı. Yumuşak kabuğum halen ince ve narindi, bu yüzden kışın her yer buz kestiğinde tavşanlara lezzetli bir yiyecek olma ihtimalim vardı. Hele soğuktan donmak da mümkündü. O vakit, bahar geldiğinde yeniden en baştan yeşerip büyümem gerekecekti.

      Bahar geldiğinde, evvela köklerim uyandı uykularından, sonra da öz suyum yukarı yükselip gövdemi uyandırdı. Tomurcuklarım kımıldanıp şiştiler. Köklerimin topraktan çektiği öz su her bir hücre ve organımı uyandırıyor, hareket etmeye zorluyordu. Filizlerimde ufacık yapraklar oluşturmaktaydım. Baş verdiklerinde, büyütecektim onları. Tomurcuklarım şimdi arpa tanesi büyüklüğüne erişmiş, hatta biraz da geçmişti. Hepi topu üç tane tomurcuğum kalmıştı sağlam olan, diğerlerini obur bir kuş gagalayıp midesine indirmişti.

      Tomurcuklarımdan üç tane çiçek açtım, ama iş biraz ilerleyince üçünü birden büyütüp şeftali yapamayacağımı fark ettim. Çiçeklerimin bir tanesi soldu ve düştü. İkincisi de büyümedi, besin gönderemediğim için gelişemedi ve esen bir rüzgâr yere düşürdü onu. İşte ozaman ben de olanca kuvvetimi topladım ve eşi benzeri olmayan bir tek şeftali vermek için gayret etmeye başladım. Öyle bir şeftali büyütüp vermeliydim ki, bunu görenlerin gözleri yerinden oynasın, onu yiyen bir daha ağzına başka meyve koymasın arzusundaydım.

      Sağlam kalan tek çiçeğimi açtıktan birkaç gün sonra taç yapraklarım döküldü. Çiçeğin çanağı içerisinde meyvemi besleyip büyütmeye başladım. Çanağım sonunda çatladı ve ilk çağlam ortaya çıktı.

      Şeftalim gövdemin yukarı ucuna yakın bir yerdeydi. Henüz çağlayken bile birazcık eğmişti beni. Bundan kaygıya düştüm, çünkü tam arzuladığım gibi bir şeftali meydana getirecek olsam, belimi iyice eğecek, belki de kıracaktı. Ama ne olursa olsun, kararımdan dönecek değildim, bütün bu zorluklara çaresizce katlanacak, o tek şeftalimin solup dökülmesine izin vermeyecektim. Daha sonraki yıllarda amacım çok verimli bir şeftali ağacı olmak, bin tane şeftali birden vermekti. Bu yüzden daha ilk imtihanda yarı yolda kalıp, başarısız olmamam gerekiyordu. Çocukların getirip de hemen yanı başımda toprağa gömdükleri yılanın ölüsü, çürüyüp dağılmış ve toprağımı iyice güçlendirmişti. Bu yılanın verdiği güç sayesinde serpildim, ciddi ciddi dal budak salıp geliştim.

      Polat ve Sahip Ali bu günlerde yanıma daha az uğrar olmuşlardı. Sanırım babalarıyla tarlada çalışıyor veya harman dövmeye gidiyor olmalıydılar. Ama günün birinde çıkageldiler beni görmek için, ellerinde tuttukları bir sopayı hemen yanı başımda toprağa soktular ve beni de osopaya bağladılar. Yanlış hatırlamıyorsam, Polat o sırada birdenbire çığlık atar gibi seslenmişti arkadaşına, “Sahip Ali!” diyerek.

      Sahip Ali:

      “Ne var, ne oldu?”

      Polat:

      “Bahçıvan olacak o köpoğlusu bu bizim ağacı bulmaz inşallah!”

      Sahip Ali önce bir şey demedi, sonra konuşmaya başladı:

      “Bulsa ne olacak ki! Ağacı eken biziz, gübresini getirip bakımını biz yaptık, meyvesi de bizimdir elbette!”

      Polat düşüncelere daldı bir süre, sonra

      “Ama toprağı bizim değil ki!” dedi.

      Sahip Ali:

      “Olsun, yine de hiçbir halt edemez. Toprak, üzerinde çalışıp işleyenindir. Ağacı ekip büyüttüğümüz işte şu ufacık yer bizim malımızdır işte!”

      Polat bu sözden biraz cesaretlendi:

      “Evet ya, bizim malımız tabi. Hele bir halt etmeye kalksın, şu bütün bağı ateşe veririz yeminle!”

      Sahip Ali güneşin kavurduğu çıplak sinesini yumrukladı:

      “Dinime imanıma yaşatmam onu, boğazından aşağıya bir yudum su inmesine izin vermem. Bahçeyi tamamen yakar, sonra da kaçarız.”

      Bana öyle geliyor ki, çocuklar o gün sopaya bağlamasalardı gövdemi, gece olduğunda muhakkak kırılırdım. Gece müthiş bir fırtına çıkmış, bahçedeki ağaçları ve dalları birbirine katıp savurmuştu. Badem ağacının bile birkaç dalının kırılmış olduğunu gördüm sabah olunca.

      Günler birbiri peşi sıra akıp gidiyor, bense olanca kuvvetimle şeftalimi besleyip büyütmeye, onu mümkün olduğunca irileştirmeye uğraşıyordum. Yanakları allaşıp kızarsın ve sıcaklık içine iyice işlesin diye güneşin altında tutuyordum özellikle. Biricik kızım gövdeme öylesine sımsıkı yapışıp emiyordu ki bazen canımı acıtıyordu, ama ona hiç kızamıyordum. Anne olmuştum sonunda ve güzelce bir kızım vardı artık.

      Sahip Ali ve Polat bana öylesine bağlanmışlardı ki, bahçedeki öteki ağaçları unutmuşlardı sanki. Geçen yıllarda yaptıklarının tersine, annemin şeftalilerinin bile peşine düşmüyorlardı artık. Ben kendimi onlara ait biliyor, olgunlaşacak meyvemi de sadece onların yemeye hakkı olduğunu düşünüyordum. Tıpkı, vaktiyle beni yerden alıp yedikleri günkü gibi…

      Sonbaharın başlarında bir gündü, Polat tek başına yanıma çıkıp geldi, epeyce üzgündü. O iki arkadaştan birini ilk kez tek başınayken görmüştüm. Polat önce toprağımı suladı. Ardından çimenlerin üzerine oturdu ve başladı tane tane anlatmaya:

      “Şeftali ağacım, ah benim güzel şeftalim. Biliyor musun neler olduğunu? Bugün niye yalnız geldim buraya, biliyor musun hiç? Nereden bileceksin ki… Sahip Ali öldü. Yılan soktu onu… Bizim koca Boncuk Nine bütün bir gece başında bekledi. Onu iyileştirmek için ne kadar uğraşıp didindi bir bilsen… Hangi bir otu dediyse, Sahip Ali’nin babasıyla beraber kırlardan, dağlardan toplayıp getirdik, ama Sahip Ali’m iyileşmedi bir türlü… Öldü benim zavallı Sahip Ali’m… Neden beni böyle yalnız bırakıp gittin ki…”

      Polat sözlerinin burasında ağlamaya başladı, bir süre sonra tekrar konuştu ağır ağır:

      “Birkaç gün önceydi, öğle vakti kırdan dönerken tepenin başında rastlaşmıştık onunla. Gidip yine bir yılan yakalayıp getirelim diye karar vermiştik. Hani geçen sene getirip, canına can katsın diye senin toprağına gömmüştük ya… Sonra birlikte yılanlı vadiye gittik, o vadide bir sürü yılan yaşıyor. Vadinin bir tarafında dağ var, kayalık bir yer, ama sanırsın binlerce taşı kayayı gökten yağmur gibi yağdırmışlar da üst üste yığmışlar, dağ öylece kayalardan oluşmuş gibi. İşte okayaların arasında da yılanların yuvası var. Sıcaklık biraz derilerine değip de bunaldılar mı kendilerini dışarıya atarlar.

      Bizim tarla, komşumuzun tarlası, Sahip Ali’nin teyze oğlununki ve köyden başka birkaç kişinin daha tarlaları var işte bu yılanlı vadide. Tarlalara vardın mı, her taraftan yılanların ıslıkları duyulur.

      Sahip Ali ile birlikte dağın eteğinde kayaların arkalarına bakıyorduk, niyetimiz senin için şöyle besili bir yılan yakalamaktı, sopalarımızı yılanların deliklerine sokup yokluyorduk. Yine böyle çıplaktı üstlerimiz. Sadece pantolonlarımız vardı ayağımızda. Sırtımız öylesine yanıp pişmişti ki sıcaktan, hani ensemize yumurta koysan pişerdi kuşkusuz.

      Bir kayadan diğerine sıçraya sıçraya