benim aramda hiçbir fark yoktu onun için; ikimizin de iyiliksever bir ağabeyi gibi iyi dileklerini sundu. Son sabahlarında iki kere onları yalnız bıraktım, ikisinde de Edward benim ardımdan dışarı çıktı anlaşılmaz bir şekilde. Elinor da Edward ve Norland’dan ayrılırken benim kadar ağlamadı. Şimdi bile ne kadar sakin. Hiç hüzünlü veya kederli gördün mü onu? Hiç insanlardan kaçtı mı veya hiç insanların içinde rahatsız, keyifsiz göründü mü?”
9
Dashwood’lar, Barton’a artık kendilerince bir rahat içinde yerleşmişlerdi. Etraflarındaki her şeyle, ev ve bahçe artık onlara tanıdık geliyordu. Norland’a yarı cazibesini veren günlük uğraşlara, babalarının vefatından sonra Norland’da olabildiğinden daha fazla tat alarak kendilerini verdiler. İlk on beş gün boyunca her gün onları yoklayan ve evinde bu kadar fazla meşgale görmeye alışık olmayan Sör John, Dashwood’ların her daim bir şeylerle meşgul olmalarına hayran kalıyordu.
Barton Park’tan gelenler dışında pek misafirleri olmuyordu çünkü Sör John’un birçok kez çevredekilerle kaynaşmalarını tembihlemesine ve arabasının kendileri için hazır olduğunu her daim temin etmesine rağmen, Bayan Dashwood’un özgür ruhu, çocuklarının cemiyet hayatına katılmasına dair duyduğu ihtiyaca baskın çıkıyordu; yürüme mesafesinde olanların dışındaki her aile ziyaretini kararlılıkla reddediyordu. Böyle sınıflanabilecek sadece birkaç aile bulunuyordu ve hepsi de ulaşılabilecek durumda değildi… Kızlar, evin iki kilometre ilerisinde, daha önce tarif edildiği gibi Barton Vadisi’nden çıkan, dar ve rüzgârlı Allenham Vadisi boyunca, ilk yürüyüşlerinden birinde, onlara birazcık olsun Norland’ı hatırlatarak ilgilerini çeken ve içlerinde onu yakından tanıma arzusu uyandıran eski, asil görünümlü bir konak keşfetmişlerdi. Fakat sorup soruşturunca çok iyi yürekli yaşlı bir bayan olan sahibinin maalesef dünyadan elini eteğini çekecek derecede hasta olduğunu ve evin dışına adım atmadığını öğrenmişlerdi.
Tüm bölge güzel yürüyüş yollarıyla doluydu. Kır evinin tüm pencerelerinden onları doruklarındaki temiz havanın keyfini çıkarmaya davet eden tepeler, aşağılarındaki vadilerin çamuru daha göze çarpan güzellikleri menettiği zaman hoş bir seçenek sunuyordu. Marianne ve Margaret, güzel bir sabah, sağanak yağışlı bir gökyüzü altında, parçalı güneş ışığının çekimine kapılıp, iki gündür durmadan yağan yağmurun neden olduğu hapisliğe daha fazla dayanamayarak bu tepelerden birine doğru yöneldiler. Hava Marianne’in bütün gün güzel olacağını, can sıkıcı tüm bulutların tepeden çekildiğini belirtmesine karşın, diğer ikisini havayı, kalemlerini ve kitaplarını bıraktıracak kadar cezbedici bulmaması üzerine iki kız birlikte yola çıktılar.
Neşeyle yamaçları indiler, masmavi gökyüzünü her gördüklerinde, aldıkları yoldan memnun kaldılar; güneybatıdan gelen sert rüzgarın can veren esintilerini yüzlerinde hissettikleri zaman, anneleri ve Elinor’u bu güzel hislerden mahrum eden korkularına üzüldüler.
“Dünyada bundan daha büyük bir mutluluk var mı?” dedi Marianne. “Margaret, en az iki saat daha yürüyelim.”
Margaret onayladı; rüzgâra karşı yürümeye devam ettiler, yirmi dakikadan fazla rüzgâra karşı koyarak neşe içinde yürüyüşlerini sürdürdüler. Sonra birdenbire bulutlar tepelerinde toplandı ve üstlerine bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Hüsrana uğramış ve şaşkın bir hâlde istemeye istemeye geri dönmek zorunda kaldılar; sığınabilecekleri en yakın yer evleriydi. Neyse ki onları avutan bir şey vardı ki -o an buna mecbur kaldıkları için her zamankinden daha makul görünüyordu- o da tepenin tam da bahçelerinin kapısına inen dik yamacından aşağı bütün güçleriyle koşmaktı.
Yola koyuldular. Başta Marianne öndeydi ama ayağı takılınca kendini birdenbire yerde buldu; ona yardım etmek için kendini durduramayan Margaret gayriihtiyari koşmaya devam etti, kazasız belasız düzlüğe ulaştı.
Etrafında iki av köpeğinin numaralar yaptığı tüfekli bir adam, yamaçtan yukarı çıkıyordu ve Marianne’in düştüğü sırada onun birkaç adım uzağındaydı. Tüfeğini yere bıraktı ve Marianne’e yardım etmek için seğirtti. Marianne yerden kalkmıştı fakat düşerken ayağını burktuğu için zar zor ayakta durabiliyordu. Adam yardım teklif etti, kızın utandığı için durumun gerektirdiği şeyi reddettiğini anladı ve hemencecik onu kollarına alıp yokuş boyunca taşıdı. Sonra daha henüz eve gelen Margaret’ın açık bıraktığı bahçe kapısından geçip onu doğruca eve götürdü ve oturma odasındaki bir koltuğa yerleştirene kadar da onu bırakmadı.
Elinor ve annesi onlar içeri girince şaşırarak ayağa kalktılar; gözleri, açıkça belli olan bir hayret ve adamın görünümünden dolayı gizli bir hayranlık ile onlara dikilmişken beyefendi bu çat kapı gelişi yüzünden onlardan af diledi, neden böyle geldiğini anlattı, öyle seçkin ve kibar tavırları vardı ki, sesi ve ifadesi sıra dışı olan yakışıklılığına daha bir cazibe katıyordu. Çirkin, yaşlı ve kaba da olsa evladına karşı böyle bir yardımda bulunduğu için Bayan Dashwood ona minnet duyar ve nezaket gösterirdi fakat gençliğin, yakışıklılığın ve zarafetin tesiri, yardımına öyle bir farklılık katmıştı ki onun gözüne girmişti.
Bayan Dashwood beyefendiye defalarca teşekkür etti; her hâline eşlik eden bir incelikle oturmasını rica etti. Fakat adam, kir içinde ve ıslak olduğundan bunu reddetti. Bunun üzerine Bayan Dashwood, kime teşekkür borçlu olduğunu bilmek istedi. Adam isminin Willoughby olduğunu, Allenham’da yaşadığını söyledi; hanımefendinin kendisine Bayan Dashwood’un nasıl olduğunu görmek için ertesi gün onları ziyaret etme onurunu lütfedeceğini umuyordu. Onur hemen lütfedildi ve beyefendi kendisini daha da cezbedici göstermek istercesine ağır bir yağmur altında oradan ayrıldı.
Beyefendinin yakışıklılığı ve sıra dışı zarafeti büyük hayranlık uyandırmıştı, cesaretinin Marianne ve etrafında uyandırdığı neşelilik, görünüşünün çekiciliğiyle ayrı bir ruh kazanmıştı. Marianne onun dış görünüşünü herkesten daha az gözlemleyebilmişti; çünkü onu kollarına aldığı zaman yüzünü kızartan şaşkınlık eve girdikten sonra da onu gözlemleyecek bir güç bırakmamıştı kendisinde. Fakat herkesin ona neden bu denli hayran olduğunu anlayabilecek kadar görmüştü; üstelik övgülerini her daim süsleyen bir enerjiyle. Görünüşü ve havası, tahayyülünün en sevdiği öykünün kahramanı için çizdiği gibiydi, onun formalitelere aldırmadan eve girmesinde bir düşünce hızı vardı ve bu, hareketlerine cazibe katıyordu. Onunla ilgili her şey ilgi çekiciydi. İsmi güzeldi, en sevdikleri yerde yaşıyordu. Marianne çok geçmeden tüm erkek giysileri içinde en hoş olanın avcı ceketi olduğuna karar verecekti. Sürekli hayal dünyasındaydı, hâli tavrı hoştu, bileğinin acısını bile unutmuştu.
Sör John, o sabah hava tekrar düzelip dışarı çıkmasına izin verir vermez Dashwood’ları yoklamaya geldi; Marianne’in geçirdiği kazayı öğrendi. Allenham’dan Willoughby adında birini tanıyıp tanımadığını sordular.
“Willoughby mi!” diye haykırdı Sör John, “O burada mı? Bu gayet güzel bir haber. Yarın bir uğrar ve perşembe akşamı yemeğe çağırırım.”
Bayan Dashwood, “Onu tanıyorsunuz demek!” dedi.
“Tanımak mı? Elbette tanıyorum. Her yıl gelir buraya.”
“Peki, nasıl bir adamdır?”
“Gelmiş geçmiş en iyi adamlardan biridir. İyi bir nişancıdır ve İngiltere’de ondan daha cesur bir binici bulamazsınız.”
Marianne hiddetle “Onun için tüm söyleyebileceğiniz bu mu?” diye haykırdı, “Daha yakından tanıyınca tavırları nasıldır? Arzuları, yetenekleri neler, zeki midir?”
Sör