olduğu için annesine göre daha katlanılabilirdi. Elinor kısa zamanda Leydi Middleton’ın ölçülü duruşunun nedeninin mantığı değil, sakin mizacı olduğunu anlamak için pek az bir gözleme ihtiyaç duydu. Annesi ve kocasına karşı da tıpkı onlara davrandığı gibi davranıyordu; demek ki yakınlık aranmayacak, beklenmeyecekti. Bir gün öncesinden farklı olarak söyleyecek hiçbir şeyi olmazdı. Devamlı can sıkıcıydı çünkü hâletiruhiyesi her zaman aynıydı; kocasının düzenlediği partileri onaylar, her şeyin asil gözükmesi için çabalar, bu sırada en büyük iki çocuğu ona yardım ederdi; yine de evde oturmakla da aynı zevki alıyor gibiydi. Aynı şekilde varlığı, başkalarının eğlencesine bir tat katmıyor, onların sohbetlerine katılmıyordu hatta bazen sadece oğlanlarının yaramazlıklarından bahsederken fark ediyorlardı onu.
Tüm tanıdıklarının arasında Elinor, yalnızca Albay Brandon’ın yeteneklerini takdire şayan buluyor, onun arkadaşlığıyla ilgileniyor ve eşlik etmesinden memnun oluyordu. Willoughby söz konusu bile değildi. Onu beğeniyor ve önemsiyordu, fakat bu -hatta ablaca ilgisi bile- onu etkilemiyordu; en nihayetinde o bir âşıktı, tüm dikkatini Marianne’e yöneltmişti ve çok daha az hoşa giden biri bile etraftakilere daha sevimli gelebilirdi. Albay Brandon ne yazık ki artık Marianne’i bir sevgili olarak düşünemezdi. Elinor ile sohbetleri, Marianne’in kayıtsızlığının en büyük tesellisi olmuştu.
Elinor’un albaya duyduğu merhamet hissi zamanla arttı çünkü aşkın hayal kırıklığına uğramasının nasıl bir acıya yol açabileceğini bildiğinden şüphelenecek bir sebebi vardı. Bu şüphesi bir akşam Park’ta kendilerinden başka herkes dans ederken oturdukları sırada ağzından kaçırdığı birkaç kelimeyle meydana çıktı. Gözlerini Marianne’e dikerek, birkaç dakikalık sessizlikten sonra cılız bir gülümseme ile “Anladığım kadarıyla kız kardeşiniz ikinci ilişkileri onaylamıyor.” dedi.
“Evet.” diye cevap verdi Elinor, “Bütün düşüncelerine duygusallık hâkimdir.”
“Veya bence, ikinci ilişkilerin imkânsız olduğuna inanıyor.”
“Galiba öyle. Fakat iki kez evlenmiş biri olan babasının karakterini aklına getirmeden bunu nasıl başarıyor anlamış değilim. Eminim birkaç yıl içinde mantığı ve gözlemleriyle makul fikirler edinecektir; ancak o zaman fikirlerini tanımlamak ve mazur göstermek daha kolay olacaktır; tabii kendisi dışında herhangi birisi için.”
“Muhtemelen öyle olacaktır.” dedi Albay Brandon, “Yine de gençliğinin verdiği bu ön yargılar öyle içten ki daha genel yargıları otururken bunların yok olacağını bilmek ne acı.”
Elinor, “Size katılmıyorum.” dedi, “Marianne’in sahip olduğu tarzda duygular, bazı rahatsızlıklara yol açıyor ve dünyadaki hiçbir heves ve cehalet büyüsü bu rahatsızlıkları gideremez. Ne yazık ki onun adap sınırlarının dışına çıkmak gibi kötü bir eğilimi var; hayatı daha iyi tanıması belki de onun en büyük şansı olacaktır.”
Albay biraz duraksadıktan sonra devam etti: “Kardeşiniz ikinci ilişkiye hiçbir ayrım yapmaksızın karşı mı? Bunu herkes için bir suç olarak mı görüyor? İlk tercihlerinde karşıdakinin sadık olmamasından veya olumsuz koşullardan dolayı hayal kırıklığına uğrayan kişiler hayatlarının geri kalanı boyunca hiçbir şey yapmadan mı yaşasınlar?”
“Ah Tanrı’m, onun ilkelerini derinlemesine bilmiyorum. Sadece şimdiye kadar hiçbir ikinci ilişkiyi onayladığını duymadım.”
“Bu böyle süremez. Bu hisler değişir, tamamen değişir hem de. Yo yo, bunu arzu etmeyin; genç bir zihnin duygusal incelikleri terk edilmek zorunda kalınırsa onların yerini çoğunlukla sıradan ve oldukça tehlikeli fikirler alır. Tecrübelerime dayanarak konuşuyorum. Bir zamanlar tıpkı kız kardeşiniz gibi düşünen ve davranan bir hanım tanımıştım; onun düşüncelerine sahipti ve onun gibi karar verirdi. Ancak birtakım mecburi değişikliklerden dolayı yaşanan bir dizi talihsiz olay…” Burada haddinden fazla konuştuğunu fark etmiş gibi ansızın durdu ve yüz ifadesiyle Elinor’un aklına başka türlü gelemeyecek olan düşüncelere dalmasına yol açtı. Söz konusu edilen hanım, şüpheye yol açmadan, muhtemelen üzerinde durulmayarak ismi zikredilip geçilecekti eğer Albay Brandon, Elinor’u o hanımı üzen şeylerin ağzından kaçmaması gerektiğine inandırmış olmasaydı. Elinor’un, Albay Brandon’ın duygularını geçmişte kalan bir yakın ilişkinin güzel hatıralarıyla birleştirmek için biraz hayal etmesi yeterli oldu. Elinor daha fazla üstelemedi. Fakat Marianne olsa bu kadarıyla bırakmazdı. Marianne’in güçlü hayal gücü sayesinde tüm hikâye büyük bir hüzünle baştan yazılırdı ve her şey feci bir aşkın en kederli akışı içinde ele alınırdı.
12
Ertesi sabah Marianne ve Elinor yürüyüş yaparlarken Marianne ablasına, kendisinin düşüncesizliğini ve dikkatsizliğini bilmesine rağmen artık her iki noktada da aşırıya kaçmasının bir örneği olması hasebiyle onu hayrete düşüren ufak bir haber verdi. Marianne büyük bir zevkle Willoughby’nin ona bir at verdiğini söyledi; Somersetshire’da kendi yetiştirdiği ve özellikle bir hanımı taşıyacağı hesap edilmiş bir attı bu. Annesinin bir ata bakmayı hiç düşünmediğini fakat hediye olduğu için bu fikrini değiştirecek bile olsa atı sürsün diye bir uşak tutması, bu uşak için de ayrı bir at edinmesi, nihayet at için bir ahır yaptırması gerekeceğini düşünmeden bu armağanı kabul etmişti ve şimdi de büyük bir heyecanla ablasına anlatıyordu.
“Seyisini derhâl Somersetshire’a göndermeyi düşünüyor. Gelir gelmez her gün at bineceğiz. Sen de binersin. Düşünsene Elinor’cuğum, bu tepelerde gezmek nasıl da zevkli olur.”
Onu bu hayal dünyasından uyandırıp durumun sevimsiz yanlarını ortaya koymak istemiyordu; bunun için bir süre bu düşünceleri zihninden uzaklaştırdı. Yeni bir uşağın masrafları çok fazla olmayacaktı, annesi buna elbette karşı çıkmayacaktı, uşak için herhangi bir at temin edilebilirdi, Park’tan her zaman bir at bulunabilirdi, ahıra gelince sade bir baraka bile iş görürdü.
Elinor daha sonra bu denli az veya hiç olmazsa o kadar kısa zamandır tanıdığı bir adamdan böyle büyük bir armağan kabul etmesinin doğru olup olmayacağını sorgulamayı denedi. Bu çok fazlaydı.
“Yanılıyorsun Elinor.” dedi Marianne sıcak bir sesle, “Willoughby’yi sandığın kadar az tanımıyorum. Uzun zamandır tanımadığım doğru fakat sen ve annem dışında hiç kimseyi bu kadar iyi tanımıyorum. Bu samimiyet, zaman veya fırsatlarımızla doğmadı; yaradılış meselesi… Bazısını tanımak için yedi yıl yetmez ama yedi günde iyice tanıyabildiğin insanlar da olabilir. Erkek kardeşimizden gelecek böyle büyük bir armağanı kabul etme konusunda suçluluk duyabilirim ama Willoughby’den değil. Yıllarca beraber yaşadık fakat John’u çok az tanırım; Willoughby hakkındaki kanaatim ise çoktandır oluştu.”
Elinor konuyu daha fazla irdelememenin daha akıllıca olacağı kanaatine vardı. Kardeşinin huyunu bilirdi. Böyle hassas bir konuda karşı çıkmak onu sadece kendi fikrine daha da bağlardı. Ne var ki onun annesine olan sevgisini kullanıp, evin genişlemesine müsaade ederse -ki muhtemelen edecekti- o fedakâr kadının karşılaşacağı zorluklardan bahsedince Marianne kısa sürede boyun eğdi; annesine bu tekliften söz ederek onu böyle yersiz bir iyilik yapmaya zorlamamaya ve Willoughby’ye ilk fırsatta armağanı reddetmek zorunda olduğunu söylemeye söz verdi.
Sözüne sadık kaldı. Ertesi gün Willoughby kır evine geldiği zaman Elinor, Marianne’in kısık sesle bu armağanı reddetmek zorunda olduğu için ne kadar üzgün olduğunu söylediğini duydu. Sebeplerini öyle bir sıralıyordu ki Willoughby’nin de daha fazla ısrar etmesine yer bırakmıyordu. Bununla beraber Willoughby gerçekten üzülmüştü; bunu tüm samimiyetiyle