ertesi gün bu konuyu daha berrak bir ışık altında gösteren bir şey anlattı. Willoughby bir önceki geceyi onlarla birlikte geçirmişti; bir ara Margaret, oturma odasında Marianne ve Willoughby ile yalnız kaldığında sonradan çok heyecanlı bir yüzle hemen ablasına anlattığı gözlemlerde bulunma fırsatı edinmişti.
“Ah Elinor! Marianne ile ilgili sana söylemem gereken bir şey var. Kesinlikle, çok yakında Bay Willoughby ile evlenecek.”
“High Church yamacında ilk karşılaştıkları o günden beri bunu söyleyip duruyorsun; üstelik sadece bir haftadır tanışıyorlarken Marianne’in boynunda Willoughby’nin resmini taşıdığından da emindin. Ama sadece büyük amcamızın minyatürü çıkmıştı.”
“Ama bu sefer gerçekten başka. Yakında kesin evlenecekler çünkü Marianne’in bir tutam saçı var onda.”
“Dikkatli ol Margaret! O da kendi büyük amcasının saçı olmasın.”
“Hayır Elinor, Marianne’in saçı. Çünkü onu saçı keserken gördüm, eminim. Dün akşam çaydan sonra siz annemle odadan çıkınca fısıldaşmaya, hızlı hızlı konuşmaya başladılar; Marianne’den bir şey istiyor gibiydi, sonra makas çıkardı, uzun bir lüle kesti, saçları sırtından aşağı dökülüyordu, ardından tutamı öptü ve beyaz bir kâğıda sarıp not defterinin arasına koydu.”
Böylesine bir kesinlikle anlatılanların ışığında Elinor’un inanmaktan başka çaresi kalmadı; zaten inanmayacak gibi de değildi çünkü durum kendi duyup gördükleriyle tamamen uyuşuyordu.
Margaret’ın açıkgözlülüğü her zaman böyle ablasının takdirini kazanacak şekilde ortaya çıkmıyordu. Bir akşam Bayan Jennings, Elinor’un hoşlandığı ve uzun bir süredir merak ettiği adamın ismini öğrenmek için Park’ta onu sıkıştırınca Margaret, Elinor’a dönerek “Söylememeliyim değil mi Elinor?” demişti.
Bu tabii ki herkesi güldürdü; Elinor da zar zor gülmeye çalıştı. Fakat ızdırap veren bir çabaydı. Margaret’ın adını gizleyemeyeceği belli bir kişi üstünde sabitlendiğini düşünüyordu; onu da Bayan Jennings diline pelesenk ederdi artık.
Marianne onun için samimiyetle üzülmüştü fakat kıpkırmızı kesilip hiddetle Margaret’ı paylayınca işleri daha beter bir duruma soktu.
“Unutma ki ne uydurursan uydur onu dile getirmeye hakkın yok!”
Bunun üzerine Margaret, “Ben uydurmadım. Bana sen kendin söyledin.” dedi.
Bu cevap herkesin neşesini iyice arttırdı ve Margaret’ı daha fazlasını duymak için sıkıştırmaya başladılar.
“Ah lütfen Bayan Margaret! Söyleyin de bilelim. Kimmiş bu beyefendi?” dedi Bayan Jennings.
“Söylememeliyim hanımefendi. Fakat kim olduğunu ve nerede yaşadığını gayet iyi biliyorum.”
“Ah evet! Nerede yaşadığını tahmin edebiliyorum; kesin Norland’dadır. Bölge yetkililerindendir herhâlde.”
“Hayır, değil. Bir işte çalışmıyor hatta.”
Marianne tüm sevecenliğiyle, “Margaret, bunlar tamamen senin hayal ürünün. Öyle birinin yaşamadığını biliyorsun değil mi?” dedi.
“O hâlde yeni ölmüştür Marianne çünkü önceden böyle bir adamın olduğuna eminim hatta isminin baş harfi de ‘F’ idi.”
Tam bu sırada Leydi Middleton araya girerek “Bugün de ne kadar çok yağdı!” deyince Elinor, müdahalenin kendisine gösterilen bir hassasiyetten çok Leydi Leydi Middleton’ın, kocasıyla annesinin çok eğlendiği bu tür bayağı muhabbetlerden hiç hazzetmeyişi yüzünden olduğunu bildiği hâlde, ona minnettar kaldı. Yağmur konusunu o başlattıysa bile diğer insanların hislerine daima özen gösteren Albay Brandon hemen devam ettirdi; ikisi de yağmur üzerine bol bol yorumlar yaptılar. Willoughby piyanoyu açıp Marianne’den oturmasını rica etti; böylece değişik insanların türlü türlü girişimleriyle konu kapandı. Elinor ise kapıldığı korkuyu kolay kolay üzerinden atamadı.
O akşam, Barton’a yirmi kilometre uzaklıktaki, Albay Brandon’ın o sırada yurt dışında olan eniştesine ait ve onun talimatına göre Albay Brandon olmadan gezilemeyecek çok hoş bir yeri ertesi gün ziyaret etmek üzere bir grup kuruldu. Arazinin oldukça güzel olduğu söyleniyordu, orayı öve öve bitiremeyen Sör John’un yargıları yerinde sayılabilirdi çünkü orayı ziyaret etmek için her yaz en az iki defa gruplar oluşturuluyordu. Arazide harika bir göl vardı; sabah eğlencelerinin büyük bir bölümünü yelken gezisi kapsayacaktı; yanlarına soğuk yiyecekler alacaklardı; yalnızca üstü açık arabalar kullanılacaktı ve her şey keyif ehli insanların olağan düzenince yapılacaktı.
Yılın o zamanında -son on beş gündür yağan yağmur da düşünülünce- gezi, gruptan bazılarınca bir cesaret işi olarak görülmüştü. Elinor zaten soğuk algınlığı olan Bayan Dashwood’u evde kalması için ikna etmişti.
13
Whitwell gezisi Elinor’un umduğundan çok farklı oldu. Islanmaya, yorulmaya ve korkmaya hazırlamıştı kendini fakat ondan da kötüsü geldi başına; hiç gidemediler.
Saat on civarında herkes Park’ta toplanmıştı; kahvaltıyı da orada edeceklerdi. Tüm gece yağmur yağdıysa da sabah hava iyiydi; bulutlar dağılıyor, gün ışığı sık sık kendini gösteriyordu. Herkesin keyfi yerindeydi. Şakalar yapıyor, eğlenmeye çalışıyorlardı ve başka ihtimallerdense herkes çıkacak en büyük aksiliklere ve sıkıntılara katlanmaya razıydı.
Kahvaltı sırasında mektuplar geldi. Bir tanesi Albay Brandon içindi. Mektubu aldı, inceledi, keyfi kaçtı ve hemen odadan çıktı.
“Brandon’a ne oldu?” diye sordu Sör John.
Kimse cevaplayamadı.
Leydi Middleton, “Umarım kötü haber değildir.” dedi, “Albay Brandon’ı kahvaltı masamdan böyle aniden kaldırabildiğine göre olağan dışı bir şey olmalı.”
Birkaç dakika sonra Albay Brandon geri döndü.
İçeri girer girmez Bayan Jennings, “Kötü haber değildir umarım albay.” dedi.
“Kesinlikle değil hanımefendi. Teşekkür ederim.”
“Avignon’dan mı gelmiş? Kardeşin fenalaşmamıştır umarım.”
“Hayır hanımefendi. Şehirden gelmiş. Tamamen işle alakalı bir mevzu.”
“Yalnızca işse neden o kadar telaşlandınız o zaman? Hadi ama Albay bizi kandıramazsınız, doğrusunu anlatın.”
“Anneciğim, ağzınızdan çıkanı kulağınız duysun.” dedi Leydi Middleton.
Kızına aldırmadan devam etti Bayan Jennings, “Belki de kuzenin Fanny evlendiği yazıyordu ha?”
“Hayır, yazmıyordu.”
“O zaman anladım kimden olduğunu albay. Umarım iyidir.”
Albay hafifçe kızararak, “Kimi kastediyorsunuz hanımefendi?” dedi.
“Ah, sen biliyorsun kimi kastettiğimi…”
Leydi Middleton’a dönerek, “Çok üzgünüm hanımefendi. Bu mektubu bugün almam şanssızlık; iş dolayısıyla acilen şehirde bulunmam gerekiyor.” dedi Albay Brandon.
Bayan Jennings, “Şehirde mi?” dedi, “Yılın bu zamanı şehirde ne işiniz olabilir ki?”
“Böylesine güzel bir gruptan ayrılmak zorunda olduğum için çok şanssızım.” dedi Albay Brandon, “Fakat asıl endişem, ben olmazsam Whitwell’e giremeyecek olmanız.”
Hepsi