Ahmet Rasim

Eşkal-i Zaman


Скачать книгу

pardösü sırtında, mintanlı, kalantor18 olduğu yukarı dikilen amirce bakışlarından belli olan başka biri, şu bildiğimiz yazıhanesinde oturur.

      Başı açık, saçları iri taneli kepeklerle kirlenmiş, ensesinden coşup iki yanını kaplamış olan hamamsızlık belirtileri gerdanını dolaşmış, kara kaş, kara göz, pos bıyık, yarık dudak, damarlı iri ellerinin sonlarını meydana getiren kaim, yağlı tırnak uçları morarmış, biraz önce, kapı ağzında duran bulamaya19 sürünür sürünmez sıvadığı zaten çamaşır azgını20 önlüğü iki üç yerinden yamalı yine başka biri kollarıyla, çifte kulplu yağ testileri gibi durup bakınır.

      Bir ayağı dükkânda, biri sokakta, fessiz, saçları tarak, fırça dinlemez, dik, kâkülleri tıraşsız, salgın21 samur kaş, ela göz, çil surat, sivri burun, yayık ağız, şiş el, dolama parmak,22 çığırtkan denilen bir çırak da gelen geçen kadın olsun, erkek olsun “Buyurun beyim…” der.

(Birinci Fasıl)

      Birinciler: Yaşlı bir hanım, kız torunu, torunun bacısı23 ile gelirler.

      Çırak:

      “Buyurun hanım!”

      Hanım, içeriye doğru:

      “Kaşkaval24 kaça?”

      Çırak (ince sesi ile):

      “Otuza!”

      (Pos bıyık), hemen ilerler (kalın sesi ile):

      “Otuza hanım…”

      Kırmızı feslisi, terazi tarafından (boğuk sesi ile):

      “Otuza hanımefendi!”

      “A!”

      (Hemen susma. Yazıhane başındaki gözlüğünün üstünden bakar.)

      Hanım:

      “Olacağı?”

      İçeriden kırmızı feslisi (yine o eda ile):

      “Olacağı otuz!”

      Ortadan, pos bıyıklısı (o da öyle):

      “Öyle, otuz…”

      Çırak (o da öyle):

      “Piyasası…”

      Hanım, torunu ile yavaşça danışıktan, bir de bacının yüzüne baktıktan sonra:

      “Yüz dirhemi ne ediyor?”

      Çırak (acele ile):

      “Bozuk paran var mı?”

      Pos bıyıklısı, peynir kalıbını yakalamış olarak (bütün vakarı ile):

      “Boşuna kesmeyeyim!”

      Kırmızı feslisi (şaşırmışçasına):

      “Çeyrek lira25 vereceksiniz, veremeyiz.”

      Hanım (şaşarak):

      “Neden?”

      Çırak (eli ile köşeyi göstererek):

      “Sarraf…”

      Pos bıyıklısı (birdenbire atılarak):

      “Yirmi üç buçuğa…”

      Kırmızı feslisi (yetişerek):

      “Bozuyor!”

      Yazıhane başındaki (gözlüğünü fesinin üstüne alır).

      Hanım:

      “?.. !..”

      MEFKÛREVİ 26

      Kısa boy, koca kafa, mavi göz, kırçıl bıyık, düz karın, badi badi bacak, seksen dokuz doğumlu.

      Yolda sık sık elbisesinin potlarını çekip düzeltiyor, ikide birde eğilip postalının27 üstüne dil gibi çıkmış dolak28 ucunu içeri içeri kakıştırıyor, bana “Ölüm hatırıma gelirdi, askerlik gelmezdi!” diyor gibi geliyordu.

      Hâlbuki zaman ne dedirmek istiyor? Bugünün “bizden sonra gelenler”e demek istediği, “gelecek kuşak”a bırakacağı hamiyet düsturu şu değil midir: Askerlik hatıra gelecek, ölüm gelmeyecek.

      İşte, bir tane daha:

      Kabalakı29 basık, kara kaş, kara göz, çekme burun, kaytan bıyık, sağ kolu askıda, sol eli yara üstünde:

      “Anne, tamam üç saat siper kavgası ettik, bir şey olmadım. En sonunda, birbiri üstüne üç kez saldırdık…”

      Acıyarak ve öfke ile başını sallaya sallaya:

      “Ah, acelen neydi? Dokuz ay nasıl durdun?”

      Biz, kelimelerden vazgeçelim, işe, davranışa yaklaşalım. Varsın, bu tutuma kaba diyen de bulunsun. Fakat, bizim için “ülkü” bu olsun. Çünkü en ince, en nazik, en güzel sonuçlar işle elde ediliyor. İş ve davranış, kuvvetin yaşadığı şekildir.

      NEREDEN NEREYE?

      Rahmetli Hoca’ya “Yumurta nedir?” diye sormuşlar, düşünmeden “Tavuğun cep harçlığıdır.” demiş.

      Bilgisi ve kavrayışı her nüktesinden belli olan Hoca’nın “Yumurta anası” türünü şöyle özlü ve susturucu bir yolda tarif etmesinde de zamanına göre bir hikmet olmak gerektir.

      Bu türlü irticailer bizde hemen her gün olur. Nitekim on paralık kabak çekirdeği alırız, biteviye geveler dururuz, biri sorsa “Can sıkıntısı.” deriz.

      Deriz ama bizim bir ikinci yaratıcı tabiatımız daha vardır ki, onunla bozgunculuğa ve yalan dolana kadar, bilerek bilmeyerek, sürüklendiğimizi sezdirmekten de geri kalmayız.

      Bunlardan biri olarak, devletin, kapitülasyonların30 kaldırılması gibi güzel bir münasebetle Avrupalılarla “eşit haklar” adına adliyece yapacağı henüz rivayet edilen “Tevhid-i kaza”31 gibi mühim bir teşkilatı da yumurta, kabak çekirdeği fıkralarına benzeterek, ipsiz sapsız, her yararı memleketin zararında arayan, şunun bunun ağzından artma bir söz olduğu hâlde “Medeni nikâhı kabul edecekmişiz!” diye göstererek bundan “İslam, Hristiyan, Musevi, her kişinin belediye dairesine giderek nikâh kıydırmak elinde olacaktır. Hatta daha şimdiden…” hükmünü çıkarmakta gecikmeyiz!

      Gerçi bu açık yalan bize içimizden bir bölüğünün henüz eski ahlak kötülüklerinden kurtulmayı başaramadığını ispat etmeye yeterse de böyle bir yalanı duyduğumuz zaman da ruhumuzda meydana gelen üzüntüyü işin aslından gerçekten habersiz olanlardaki üzüntü ile nasıl bir sayabiliriz?

      Yalanın, yalan dolan düzenlerin aleyhine davacı kesilmiş taze bir türlüsü varsa, o da bu yeni çıkmış kötüye yormadır. Bir zamanlar, her başlanan toplum düzeltmelerini “bidat-i seyyie”32 denilen uğursuz tamlama geciktirmeye sebep oldu. Hükûmet adamlarının elini, ayağını bağladı. Sonunda bizi o hâle getirdi ki, kimin tutsağı olduğumuzu ayırt edemez olduk.

      Dine, vatana, ırza, namusa saygısı olmayanların ağızlarından çıkan böyle