Ahmet Rasim

Eşkal-i Zaman


Скачать книгу

yapıyor. Diyorlar ki:

      “Gençlerimiz de böylesi hâlde bulunmaktadırlar. Vazifenin -isterse üst katına olsun- dışına çıkmak da onu terk etmektir. Vatan marifetinde yapılan işin tam tamına vazifenin çizdiği kadroya uygun gelmesine “hüsn-i ifa etmek” denir. Kadroyu taşırmaya gelince, buna da coşkunluk denir ki yapılan şeyleri de alıp götürür.

      Hele, zamanımızda akıl hocalığına çömez yazılacak kimselere pek az rastlanır. Fakat ukala dümbeleğine namzet yazılanların hesabı yok, deniyor. Daha dün, bir tanesi Avusturya-Sırbiye Savaşı işinden söz ederken “Biz de huduttan ilerleyiversek! Fakat bu yavaşlık varken…” diyordu.

      “Hangi hudut?” diye sorduk.

      “Bizim hudut!” cevabını verdi. Anlaşıldı ki haddini, hududunu bilmez biri.

      Efendinin hesabı, uşağının tersi. Çevresine bakıp süzecek, uzaklığını yakınlığı ölçecek kadar düşünceden nasipsiz!

      Rahim Allahu’n-nebbaşe’l-evvel.84

      AŞÇIBAŞI

      Geçen gün, biricik feylesofumuz anlatıyordu:

      “Bizim aşçıya dedim ki:

      ‘Haberin var mı, Kur’an’ı Türkçeye çeviriyorlar.’

      Yüzüme baktı, anlamadığını gösterir bir tavır aldı. Bunun üzerine, daha çok açıklamak gerekti:

      ‘Türkçe olacak, okuyunca içindekileri anlayacaksın.’

      Bu sözüm üzerine aşçı, başını ‘olmaz’ anlamına salladıktan sonra:

      ‘Olamaz! Senin kitap dediğin okunmalı, anlaşılmamalı!’ diye dikildi durdu.”

      Ulu Kur’an’ın yüce anlamlarının ve güzel üstünlüklerinin insanoğlunun kavrayışından yüksek olduğu üzerinde iman sahiplerinin ortada olan tam birliğini halkın bilgisiz bölüğünün ne yolda anladığı, şu konuşmanın kılavuzluğu ile meydana çıkıyor ki her itikat yalnız akla göre değil, ferde göre de gaaibane imiş!85 Yani aşçıbaşı kölenizi, ne yapsanız, bu inançtan ayıramazsınız. O, bir kez “Senin kitap dediğin okunmalı, anlaşılmamalı.” hükmüne “saddaktü”86 demiş. Bu bilgisizce düşünüşü bir basamak daha yükseltmek elde değildir. Çünkü yüzyıllardan beri bu böyledir. Biz, yalnız kesmeyi öğrenmiş, öğretmişiz. I. Selim Anadolu’daki kırk bin Şii’yi keseceğine milyonlarca halkı Hanefi mezhebine hakkıyla bağlayacak propagandalar, yol göstermeler, bilim kurumları yapıp memleketin içine salıverseydi kırk milyon Sünni kazanırdı. Bir zamanlar mahalle kahvelerimizde okunan Şah İsmail ve benzeri mübalağalı hikâyeler arasında, İran’ın Şii mezhebinin propagandasının özü bulunduğunu, daha yeni yeni, iş işten geçtikten sonra anlıyoruz.

      Namaz kılarken Zülfikar’ı ile Hazreti Ali’ye hayali binlerce kişiyi kestirten kalem, elbette, yüceliğin gerektirdiğine gönül verecek kimseler arıyordu.

      Kötülükler, kötü inançlar, zararlı alışkanlıklar ve benzerleri, ancak doğru yolu göstermekle hafifler, düzelir, ortadan kalkar.

      Feylesofumuza sordum:

      “Aşçı bu sözü söylerken nasıl duruyor, davranıyordu?”

      “Dört temel inancın uyandırdığı ‘asabiyet’le. Bizim herkesin içinde oruç yiyemeyişimiz gibi, zabıta ve kanundan korkmak, ötekinin berikinin kınamasına nişan taşı olmaktan çekinmek uğruna takındığımız tavırlar gibi değil, dosdoğru, sağlam bir inancın güdüsüyle söylüyordu.”

      Gerçekten, şu birkaç yıl içinde, Muhammet dininin yüce erdemleri üzerinde gerçek bilginlerimizin hemen her gün denecek kadar yayın himmetinde bulunduklarını görüyor, feyzalıyoruz. Hele, Sebilürreşat’ın87 sayın ileri gelenleri bu doğru yolu gösterme işini artan bir çaba harcayarak ecir kazanıyorlar. Fakat bu himmetlerin hepsi, âdeta bilenler için! Acaba bilenler dedim de bir yanlış mı yaptım? Dilimizdeki çoğul edatı da ne kadar parlak, sesli, kulağı okşayıcıdır!

      Bir avare sofu, bizim gönlü yaralı dervişe sormuş:

      “Yahu, okunan ezan mıydı?”

      “Kulağıma bir şey çalındı amma… Bilmem ki… Bir kez erbabına sor!” demiş. “Yoksa böyle mi?”

      YİNE AŞÇIBAŞI

      Bilindiği gibi:

      “Bendeniz” terkibi, mutlak surette, “estağfurullah!” karşılığını gerektirmez. Tutalım; “birader bendeniz”, “mahdum bendeniz”, “peder bendeniz”den her biri bir “estağfurullah”la reddedilebilir ve ululanır da; değil arkalarında, yüzlerine karşı bile övünerek, vakarla “uşak bendeniz”, “aşçı bendeniz” denildi mi aldırılmaz. Sebep, acaba konuşmalardaki şive mi? Bir zamanlar merak ettimdi de onu ilgilendirdiği için, işi her yönüyle anlatarak, bir aşçıbaşıdan sordumdu. Aşçı, bana pek kayıtsızca “Bizim efendinin sözünün yuları mı olur? Her gün işitiyorum, kendisine de ‘bendeniz’ diyor.” dediydi.

      Zaman geldi, geçti. Bu aşçıbaşıya, geçenlerde, dostlardan başka birinin hizmetinde rastladım. Tanıştığımız için, bir iki hoşbeşten sonra yine sordum:

      “Bu efendinin sözünün yuları var mı?”

      Gülerek “Ne gezer? Bu, bütün bütün yularsız… Ulan aşağı, ulan yukarı! Bereket versin, yüreği temiz!”

      Bu ufacık, safça karşılaştırmadan anladım ki ihsaslarda kimilerince inceliğin ve kabalığın o kadar önemi yok. Bu cihet, davranışlara bağlı bir iş hükmünde kalıyor.

      Diyelim ki, bizim evdeki sivrisinekler beni tanıyorlar. Küçük gazı elime alıp da şuraya, buraya konmuş olanlarını yakmak için dolaşmaya başladım mı başımın etrafında korkunç bir uğultu peyda oluyor. Bana “Zalim herif, yine bizi yakmaya kalktın, öyle mi?” diye, bir mızrak vurup savuşuyorlar gibi geliyor.

      Siyaset işlerinde de bunun aynı oluyor. Bunlardan, Fransa’nın nezaketi, İngiltere’nin kahpeliği, İtalya’nın korkaklığı -ve bu böyle sürüp gider- sonuç bakımından, bize ne kadar zarar vermiştir! Siz, isterseniz, bu günlerde İngiltere Devlet-i Muazzaması, Fransa Hükûmet-i Fahimesi, deyin, isterseniz sadece İngilizler, Fransızlar deyin, aşçıbaşıya göre hepsi bir. O “Taşan aş için kepçeye paha olmaz!”deyip “Aferin Alman’a! En sonunda bize gemi verdi, ne olsa yüreği bizimledir!” teranesini tutturmuş gider.

      KÜLAH

      Külahını çaldırmış ya kapmışlar, başı açık mahalle aralarından yürürmüş. Yaz, hava sıcak. Herifin biri de kuyuda soğuttuğu karpuzu pencere önüne çıkarmış, oya oya yemiş. Bir iki de yalayıp perdah ettikten sonra, öteden beri herkesin süprüntülüğü bildiğimiz sokağa fırlatıvermiş. Olacak bu ya! Doğruca bizimkinin “kelle-i bi-devlet”ine geçmiş. Gerçi soğukluğu ferahlatmış ise de bu gökten inme başlığın ne olduğunu anlamak merakını da yenememiş, iki eliyle tutup çıkarmış, bir de bakmış ki o karpuz kabuğu. Demiş ki:

      “Bu, birinin ayağı altına konulacakmış amma nasılsa hesabı ters tutulmuş!”

      Bu kavramın, siyaset olaylarında çoğu uygulanır. Birine bir yanlışlık yaptırıp da ayağını kaydırmaya mahsus olan bir entrika, ötekine ikbalin bir altın külahını giydirir. Nitekim, biz “Meşrutiyet”in başlangıcından beri az mı külaha geldik! Bize az mı külah oynadılar! Hâl böyle iken, şimdi, Avrupalıların birbirine