boşadım!” demiş.
İşte, oldum olası hâli perişan kimselerin geçim sermayesi böyle sözlerdir!
ADABIMUAŞERETTEN
Ben sanıyordum ki, diyelim, ayağına basılan bir kimseye karşı üzülerek ve istirham ederek kullanılan “Affedersiniz.”; yolu kapamış, dayanmış durmuş birine hafif bir dokunma ile birlikte çoğu gülümseyerek söylenen “Müsaade buyurur musunuz?” veya vapurlarda, tramvaylarda, trenlerde bir parça toplanacak olursa bir kişilik daha yer açılacağını sezdirmek için söylenen “Lütfen, biraz…” ve başkaları gibi terkipler36 yüzyıldan yüzyıla, insanın ahlakına gelen incelik, zarafet, nezaket ve benzeri hâllerin yarattığı muaşeret düsturlarıdır. Meğer böyle değilmiş. Kimse ile bozuşmamaya niyet etmiş olan bir veya birkaç sivri akıllının, kavga çıkmasın diye, kelimeler üzerine kurdukları yaldızlı deyimlermiş… Bize bunun böyle olduğunu, dışarıdan örnekler olarak, omzunuza her gün “Tohunmasun.” diye çarptıktan sonra, size hareketinizi büsbütün şaşırtan “Varda!”; avare Frenk’e şapkasını düşürten “Destur, çelebi!” naraları dosdoğru ispat eder.
Geçenlerde şehrimize gelip gene gitmiş olan taze yabancı dostlardan birinin “Türkler vapurlara, tramvaylara, trenlere binip çıkmayı henüz öğrenmemişler.” demesi de bu yolda ortaya sürülmeye değer kesin tanıklardandır.
Rahmetli Andelib37 “Ben kaç kere, bir pardon ile büyük büyük patırdılar atlattım! Yaşasın, pardon!” derdi.
Fakat bu terkipler, bu pardonlar ne zamana kadar yaşar veya yaşamalıdır? Dikkat edilecek olursa, kadınlarımızın bu yolda daha ileriye varmakta oldukları derhâl anlaşılır. İslam’ı, Hristiyan’ı, Musevi’si “Ben kadınım!” deyip mesela vapurlarda erkek kalabalığını yararak, önlerine gelenleri itip kakarak kendilerinde bulunması asıl olan nezakete aykırı birtakım davranışlar gösteriyorlar.
Avrupa’nın yalnız “galanteri”38 bölümünü yarım yamalak bellemiş olan birkaç züppenin kadına (Acaba hangi kadına?) ne zaman ve ne suretle saygı gösterilir olduğunu bilmeksizin kadınların karşısında sallayıp savurdukları saçmalar hiçbir zaman genel muaşeret kurallarına uymaz.
Erkeklik neden saygıya değer olmasın? Kadın da bunu neden bilmesin? Hem saygı öyle bir şeydir ki istenilmez. Kişilik, onu karşısında yaratıp kendisine çeker. Yoksa neden dolayı beni kakıp dürten, uzun ökçesine ayak parmaklarımı çiğneten yahut öne geçeyim diye ceketimin kuyruk tarafından çeken hanıma, madama, kokonaya, duduya saygı göstereyim?
Yine, bir zat anlatıyordu:
“Vapurdan çıkıyoruz, birisi koluma öyle bir çarptı ki dönmek zorunda kaldım. Baktım ki bizden, süslü müslü bir kadın! Hasbünallah39 demeye kalmadı, bir ses türedi:
‘Hem kazık gibi dikilmiş hem de ak gözlerini devirmiş bakıyor!.’
Karı, beni hem kazık etti hem öküz.”
Oldu mu ya? Bu gibiler için dilimizin yine nezaketle kullandığı mahalle kadınlığının umumi yerlere kadar sürüklenip getirilmesinde zamanın da bir kötüye kullanması bulunduğu gerçekten görülüyor. Güvenliği kötüye kullanma ne ise saygıyı kötüye kullanma da odur. Doğrusu, toplumu ta can alacak yerinden vuran bu gibi davranışlar pek çok güce gidiyor.
FASL’ÜL-KEHLETİ VE’T-TAHARE 40
İki kopuk arasında:
“Ali! Sen ben, bundan sonra tabanvaya.”41
“Neden ulan?”
“Tramvaylar artık ufaklık42 almayacaklarmış! Kimde varsa polis kolundan tutup atacakmış!”
“Ya, içeride ‘Ufaklık alınacak!’ diye yazıyor.”
“Öyle ufaklık değil, macar.”43
“Macar mı? Yine bineriz.”
“Nasıl?”
“Polis duruyor mu, durmuyor mu?”
“Ey?”
“Hazırdan bir tanesini parmağının arasına kıstırır, birdenbire ‘Dur, polis efendi, şunu alayım!’ diye omzu başına atılır, herkesin önünde açar, atar, basarsın, o iner, sen binersin!”
İki efendi arasında:
“Allah için, yerinde bir karar. Vapurlara da tamim etmişler, fakat ne yapacağız?”
“Bundan sonra güverteye çekiliriz!”
Gülerek:
“Hâlbuki orada daha ziyade tehlike varmış.”
“Ne tehlikesi varmış? Ayakta durur, son çıkarsın…”
“Bir para etmez. Dün bizim doktor söylüyordu; kendi hâlinde yarım metre, rüzgâr önüne düştü mü tam bir metre sıçrıyormuş!”
(Biraz düşündükten sonra tam bir tevekkülle):
“Ya! Hayvanı zorla pirelendirdiler!”
İki züppe konuşurken biri:
“Ne hatırıma gelirse ertesi günü hükûmetçe yapılmakta olduğunu haber alıyorum. Şu temizlik işi de öyle oldu…”
Dinleyenlerden bir zat:
“Beyim, bugün de lütfen sabunu hatırla.”
Tramvayın içinde:
“Kız, yine ne oluyorsun? Fıkır fıkır kaynıyorsun?”
“Arkamı bir şey ısırıyor, anne!”
“Daha bu sabah değiştirdim. Hay Allah müstahakını versin, gel dön bakayım.”
(Üç dört kadın sakınarak ayağa kalkarlar.)
“Oturun ayol. Bunu seyredecek ne var? Çocuktur, bulunur!”
YİNE ZİNCİRLEME
Tek bir iç mesele yerine geçmiş olan bu usulün vurguncular üzerindeki sert etkilerini tartmak üzere halkın gösterdiği sevinç benim için yetmedi. Bir yol da yalnızlık köşesine çekilmiş olan yaşlı tacirlerin bu konuda ne düşündüklerini öğrenmek istedim. Âdet olduğu üzere, başyazardan izin alarak dolaşmaya başladım. Gele gele Yeldeğirmeni’ne44 gelerek eski tacirlerden bildiğim bir Musevi’ye uğradım. Hoşbeşten sonra meseleyi açtım. O da gözlerini açarak güldü, dudaklarını bir iki büküp mendiliyle sildi. Bildiğimiz tavrıyla dedi ki:
“Doğdu bir çocuk, büyüdü, büyüdü, geldi on beş, on altı yaşına. Ana öldü, baba öldü. Ee? Al bunu, koy yerine! Nasıl olur?”
“Bu, çocuk mu ya?”
“Ondan da beter… Yumurcak… Nah, bizim Mişon! Beş altı yüz lira sermaye vardı, şimdi onu da üste verecek.”
“Neden?”
“Neden olacak! Almış yüz top kumaş… Dört buçuk liradan… Sermaye küçük. Yüzde on dört bulmuş, satmış. Satmış ama yüzde on dördü yemiş. Nasıl yemesin? Ekmek, et, tuz, peynir, balık, sebzevat, ev kirası, üst baş, çoluk çocuk, şeker, gaz, pirinç, almış başını çıkıyor. Laf değil, çıkıyor! Evvel yüzde dört beş büyük