Hüseyin Rahmi Gürpınar

Gulyabani


Скачать книгу

Arap aşçılar gibi sen de ahmaklık etme. Her hâllerine ben kefilim diyorum. Beğenmezsen durmazsın. Seni pençenle4 halayıklığa satmıyorum ya! Yıkan, temizlen, arlan, paklan, en yeni esvabını giy. Şöyle ağırbaşlı, terendez, cilasun gibi hizmetçi hâline gir. Vallahi az zamanda orada donanır, tövbe yoksulu olursun. Boğazın yemek, üstün esvap, cebin para görür. Oradan bana bir hizmetçi ısmarladılar. Anan rüyama girdi. Sen aklıma geldin. Sonra bana dua edersin.”

      Ayşe Hanım’ın bu inandırıcı sözleri ve ricaları karşısında teklifini kabul ettim ve ertesi günü gitmek için hazır bulunmaya söz verdim.

      Sabah oldu. Erkenden Ayşe Hanım geldi. Bahçekapısı’na indik. Bir kayığa bindik. Niçin herkesle beraber büyük kayığa binmediğimizi Ayşe Hanım’dan sordum.

      “Bu kadar meraklı olma kızım. Her hesabımı sana söylemeye mecbur değilim.” cevabını verdi.

      Üsküdar’a çıktık. O tarihte Üsküdar’da şimdiki faytonlar, talikalar yoktu. İki yüksek makas üzerine oturtulmuş ve her tarafı pencereli, karpuz şeklinde yuvarlak arabalar vardı. Ayşe Hanım beni bir kenara çekti, “Sen burada dur!” dedikten sonra gitti. Bu arabacılardan biriyle pazarlık etti. Arabayı neresi için tuttuğunu işitemedim. Biz, yan yana, yuvarlak, antika bir çekmeceye benzeyen bu arabaya kurulduk.

      Çarşıdan geçerken bir bakkal dükkânı önünde durduk. Ekmek, peynir aldık.

      “Anneciğim, gideceğimiz konakta yiyecek yok mu? Yahut pek uzak mı gideceğiz?”

      “Aman, kırk merak karı, sus! Adım başında bana ahiret sualleri sorma. Kır havasıyla şimdi acıkırız. Safra bastırmak için aldım.” dedi.

      Ben, Üsküdar’ı ömrümde ilk defa görüyorum. Çarşıyı geçtik. Etrafı kırlık, mezarlık, uzun bir yoldan gidiyorduk. Bir çeşmeye rastladık. Zincirli bakır tastan doya doya su içtik. Araba bir yokuşa saldırdı. Git git bitmez, git git bitmez…

      Mevsim yaz sonuydu. Biraz sıcak vardı. Ulu bir çınarın altında uyuyan yeşil bir türbenin önünde eğlendik. Ayşe Hanım elini kaldırdı. Mırıl mırıl okudu. “Allah şefaatine kavuştursun!” duasıyla ellerini yüzüne sürdü. Ben de Rabb’im kabul etsin, namaz surelerinden bildiklerimi okudum. Gene yola düzüldük. Artık evler seyrele seyrele hemen yok oldu. Tamamıyla bir kırlıktan iniyorduk. Arada bir öküz arabasına, atlı, eşekli adamlara rastlıyorduk. Arabada sallana sallana içim bağrım birbirine karıştı, “Daha çok var mı?” diye sordum.

      Ayşe Hanım’ın susmasına karşı arabacı “Dur bakalım, daha yola yeni düzüldük!” cevabıyla korkumu artırdı. Artık gide gide insana değil, ine, cine bile rastlamaz olduk. Gözlerimizin önünde dağlar, tepeler açıldıkça açılıyordu. Ah alnımın kara yazıları… Bu karı acaba beni nerelere götürüyordu? Benim ona sorduğum sorulara karşılık Ayşe Hanım hafiften “Açıl dağlar, açıl… yâri göreyim…” nakaratlı bir şarkı tutturdu. O söylüyor, ben gözyaşlarımı kalbime içirerek sessizce ağlıyordum.

      Hayvan yoruluyor, arada bir dinleniyorduk. Uzaktan denizleri, bayırları gördükçe bütün bütün garipseyerek artık kendimi tutamaz oldum. Ayşe Hanım kızdı:

      “Ah bebeciğim, emziğini mi istiyorsun? Koskoca kadın böyle hüngür hüngür ağlamaya sıkılmıyor musun? ‘Merhametten maraz hasıl olur.’ derler ya, çok doğru bir lakırtıymış. Artık bir kere yola çıktık. Ağlasan da gideceğiz, bayılsan da gideceğiz. Ben bu kadar masraf ettim. Geri dönmek olmaz. Bu paraları kimden alacağım? Bari sus da arabacıyı kendine güldürme!” diye beni azarladı.

      O ıssız yerlerde ağlamak, sızlamak ne para eder? Bir etrafıma bakındım, tamamıyla bu kadının elinde, insafına kalmış olduğumu anladım. Arkamızdan İstanbul, Üsküdar kaybolmuştu. Bir zaman daha gittik. Uzaktan bir köy göründü. Kendimi hemen arabadan atıp o tarafa kaçmak istedim. Bu telaşımı gören Ayşe Hanım alaylı bir gülüşle:

      “Muhsine, deliliği bırak. Sen çağda taze bir kadın, tek başına bu ıssız yerlerde o köye kadar nasıl gider? Kendini hancılara, bağcılara ziyafet mi çekeceksin? O köyü buradan öyle görüp de yakın bir yer sanma. Orası bir saat sürer.”

      Girişeceğim işin pek delicesine olduğunu anlayarak niyetimden vazgeçtim. Ama üzüntümü gidermeyi bir türlü başaramadım. Ellerimi yüzüme kapayarak hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Beni satmaya mı, öldürmeye mi, işte her nereyeyse götüren o kadın bu çarpıntılarımdan biraz insafa geldi. Yüzünü, sesini tatlılaştırarak:

      “Benim gibi bir ana dostundan sana hiçbir fenalık gelmez. Korkma, seni boğazlamaya götürmüyorum. Tirink tirink ay başlarında yüz tane kuruş alması kolay mı? İstanbul’da böyle bir kapı bulmak mümkün mü? Ne yapalım? Tanrı işte sana bunu kısmet etmiş. Kısmetini böyle uzacık yerlerden verecek. Yapacağım iyiliğe beni pişman etme. Çok şükür, işte altımızda araba… geldik. Çok bir yer kalmadı. Beğenip de oturursan ne âlâ. Hoşlanmazsan gene beraber döneriz. Ben seni zorla orada zincirlere bağlayıp bırakmayacağım ya…”

      Bu sözlerden sonra, yüreğime su serpilir gibi oldu. Sustum. Sessizce boyun eğerek etrafıma bakmaya başladım.

      Gene dere tepe demeyip gidiyorduk.

      3

      “YEDİ ÇOBANLAR” ÇİFTLİĞİ

      Bir hayli daha yol aldık. Sonunda Ayşe Hanım elini kaldırıp parmağını bükerek uzun bir düzlükten sonra kabarmış bir tepenin hafif bir duman içindeki yeşil ağaçlarını göstererek “Geliyoruz, işte orası… Yedi Çobanlar Çiftliği…” dedi.

      O yana baktım. İnce sislere gömülmüş bir ağaçlık… Bu ormancığın koyu yeşil kümeleri arasında dağınık damlar, duvarlar, irili ufaklı yapılar, pencereler, bacalar gördüm. Gene yüreğimi derin bir korku sardı. “Yedi Çobanlar Çiftliği”… Bu isim, benim üzüntülü gönlüm için korkulu bir adlandırmaydı. Hemen gözlerimin önüne iri kıyım, haydut bakışlı, silahlı yedi tane çoban dizildi. Ben bunların arasında o geceyi nasıl geçirecektim? Bunlar benden ne yolda hizmetler isteyeceklerdi? Hemen gene gözlerim sulanarak dedim ki:

      “Ayşe nineciğim, benim gibi çelimsiz bir kadın böyle yedi çobana birden nasıl hizmet edebilir? Yüz kuruşları da onların olsun, hepsi de… Ben şimdi geri dönmekten başka bir şey düşünmüyorum.”

      “Hey Allah’ın budalası! Bugün seninle sahiden derde çattım. Ne laf anlamaz kadınmışsın. Öyle yedi sekiz çoban filan yok. Çiftliğin kırk yıldan beri adı öyle. Oraya şimdi çiftlik demek de yanlış. Büyük, viran bir yapı çevresinde ufak tefek binalardan başka bir şey kalmamış. Sen orada kendin gibi, belki senden bin kat terbiyeli, ince kadınlar bulacak, onlarla oturacaksın… Çobanın, bahçıvanın seninle ne ilgisi olabilir?”

      Gene sustum. Ayşe Hanım, bu sefer arabacıya döndü:

      “Haydi ağam, sen de dahdahını biraz sür. Gelin mi götürüyorsun? Pek nazlı gidiyoruz.” dedi.

      Arabacı kırbacını hayvanın kıçına yavaşça dokundurarak:

      “Gelin mi götürüyoruz? Vallahi ben de bilmem. Bir günlük yol. Bizim Pehlivan da yoruldu. Baksana, körük gibi soluyor.”

      Ayşe Hanım: “Ay, bu kurada5 beygirin adı Pehlivan mı?”

      Arabacı: “Pehlivan olmasa Yedi Çobanlar Çiftliği’ne, öyle ‘netameli’ yere nasıl gider?”

      Ayşe Hanım: “Neden oluyormuş netameli?”

      Arabacı: “Orası cinlerin, perilerin kumkuma yeridir. Geçenlerde