Hüseyin Rahmi Gürpınar

Gulyabani


Скачать книгу

kimseyi sizin dilinize düşürmesin. Siz arabacılar, köylüler bir yalana bin katarsınız. Hanımefendi orada mı çıldırdı? İstanbul’daki konağında aklını bozdu. Zengin kadını, tımarhaneye koymadılar, hava değişimi olsun diye buraya, çiftliğe getirip kapadılar.”

      Korkudan yüreğim hop hop atmaya başladı. Ayşe Hanım’a sordum:

      “Ay, beni hizmetçiliğine götürdüğün hanımefendi deli mi?”

      “Hay Rabb’im, sen sabırlar ver bana… Öyle ona buna saldıran azgın deli değil… Biraz meraklı, sersemce bir kadın. İşte bu…”

      Arabacı hayvana birkaç kırbaç daha savurduktan sonra biraz başını bize çevirerek:

      “Ya çiftliğin eski mezarlığından çıkan gulyabani? Minare kadar bir şeymiş. Geçenlerde ay ışığında üç atlıyı kovalamış. Zavallılar Bulgurlu’ya zor kaçabilmişler, baygın düşmüşler. İkisinin hayvanı çatlamış.”

      Ayşe Hanım: “Artık sus herif… Yanımdaki saf kadını korkutuyorsun. Baksana, beti benzi kül kesildi.”

      Arabacı: “O gulyabaninin yemeği, çiftliğin mutfağından verilirmiş. Bir gece vermezlerse oralarını allak bullak edermiş. Ne kümeste tavuk bırakırmış ne ahırda hayvan ne de ağılda koyun…”

      Ayşe Hanım: “Çenen tutulsun! Yetişir dedim ya… Hiç minare kadar gulyabani mutfak yemeğiyle doyar mı? Böyle şeyleri duyup da inanmak için insan ne kadar ahmak olmalı.”

      Arabacı: “Ben işittiğimi söylüyorum, hanım.”

      Ayşe Hanım: “İşittiğin sende kalsın…”

      Bu söylenenleri dinlerken her tarafıma soğuk bir ter yayıldı. Buz kesildim. Baygınlıklar geçiriyordum. Karşı koymaya, konuşmaya hâlim kalmadı.

      Ayşe Hanım, şimdi bana döndü:

      “Korkma kızım. Bu sözlerin hepsi masal. İşit de inanma. Bunlardan hiçbirinin aslı olsa ben seni oraya götürür müyüm? Ben senin düşmanın mıyım? Akıl var izan var. Artık buraya kadar geldik. Köşkün içindeki insanları bir kere gör. Hoşlandın, ne âlâ… Hoşlanmazsan seni getirdiğim gibi gene götürürüm.”

      Artık çiftliğe epey yaklaşmıştık. Ağaçlar, yapılar daha belli görünmeye başladı. Biraz yokuş indik. Kurumuş dere gibi taşlık bir yerden geçtik. Bir tepe çıktık. Bir zaman da düzlükten gittikten sonra çiftliğin önüne geldik. Arabayla ağaçlığa girdik.

      Arabacıdan işittiğim korkulu sözler yüzünden midir nedir, burası bana ağaçları sık bir mezarlık gibi pek loş, pek sıkıntılı göründü. Bu gölgelerin arasından geçtikten sonra harman yerine benzer bir meydanlığa geldik.

      Yanımızda bileziği taşlarla örülmüş, çapı büyük bir kuyu, çevresinde birkaç ihtiyar selvi gördüm. Gene bir ağaçlığa girdik. Orada burada selamlık, hizmetçi daireleri, mutfak, ahır, kümes gibi yapılar göründü. Tavuklardan, kazlardan, birkaç keçiden başka tek canlıya rastlamadık. Karşımıza uzun, yüksek ve biraz yıkık bir duvar çıktı. Duvarın yüzünde birbirine hemen otuz arşın kadar uzaklıkta sımsıkı kapalı iki büyük kapı vardı. Kapılar eski, boyaları uçmuştu ama meşe ağacından yapılmıştı.

      Ayşe Hanım, sağdaki kapıyı işaret etti. Araba orada durdu. O anda sarı aba poturlu, uzun boylu, dik bakışlı, birkaç haftalık kıranta sakalı uzamış, koca bıyıklı bağcı yahut bekçi gibi bir adam belirdi. Ayşe Hanım, hemen zoraki denecek bir gülümsemeyle bu adama “Bekir Ağa, beyefendinin ısmarladığı hizmetçiyi getirdim. Köşkün kapısını aç.” dedi.

      Bekir Ağa, gelenleri bir süre süzdükten sonra poturunun yan cebinden ucuna ip bağlı kocaman bir anahtar çıkararak kalın, sert bir sesle “Biliyorum!” cevabını verdi. Anahtarı deliğe soktu. Yüzünü buruşturan bir zorlukla, iki eliyle çevirdi. Kapının tek kanadı gacır gacır açıldı.

      Arabadan indik. Ayşe Hanım arabacıya:

      “Hayvanını çöz, biraz dinlensin, otlasın. İşimiz uymazsa gene geri döneceğiz…”

      Arabacı eliyle hayvanın boynundan akan terleri silerek:

      “Aman hanım, sakın geç kalmayınız.”

      “Merak etme.”

      Arabacı beygirin iki kulağına yapıştı. Şiddetle bir çekti. Hayvan koşumlarının altında silkindi. Biz içeriye girdik. Bekir Ağa, dışarıdan, aynı gıcırtıyla kapıyı kapadı. Burası, duvar kenarlarında yaseminler, hanımelleri, asma çardakları, meyveli meyvesiz ağaçlarla bir ormancık hâline gelmiş, bakımsız, bozuk bir bahçeydi. Ben, perilerin, geceleri evin sahibi hanımla etrafında toplandıkları havuzu arıyordum. Öyle şey görmedim. Arabacının yalanına hükmettim.

      4

      AYŞE HANIM’IN DUBARASI

      Karşımıza iri, yıkılmaya yüz tutmuş, üç katlı bir köşk çıktı. Köşkün önündeki bu bahçe harem ve selamlığı ayıran yüksek bir duvarla ikiye bölünmüştü. Bahçenin bu kısmında büyük büyük ağaçlar görünüyordu. İçeriye girmezden önce gördüğümüz iki kapıdan birinin, bahçenin öteki kısmına açıldığını anladım. Yürüdük. Evin asıl kapısını çaldık. Bir hayli bekledikten sonra kapı açıldı. Bizi karşılamaya zayıf, uzun boylu, soluk benizli, avurdu avurduna çökmüş, hemen ellilik bir halayık çıktı.

      Ayşe Hanım beni göstererek:

      “Çeşmifelek Kalfa, işte size bir arkadaş getirdim. Huyuna, yaradılışına, ırzına, namusuna, her şeyine kefilim. Ağzı bir mühürlü sandık gibi kapalıdır. Gördüğü, işittiği şey gene orada kalır.”

      Sıkıntıdan döktüğüm terlerle yaşmağım yüzüme gözüme yapışmıştı. Çeşmifelek Kalfa beni dikkatle gözden geçirdikten sonra:

      “Teşekkür ederim Ayşe Hanım, senin bulduğun kadın elbette fena olmaz. Biz de burada insanoğlunun yüzüne hasret kaldık. Kuş uçmaz, kervan geçmez. Bu koca evin içinde bir Ruşen Abla bir ben. Birbirimizin yüzüne baka baka bıktık usandık.”

      Ben kendimi tutamayarak “A, buranın hanımı yok mu?” deyiverdim.

      Benim bu düşüncesiz soruşumun ardından Ayşe Hanım kuvvetle eteğimi çekti. Büyük bir pot kırdığımı anladım. Çeşmifelek Kalfa beni bir daha süzerek “O seninle ilgili bir iş değil efendim…” dedi.

      Hanımefendi benimle ilgili bir konu değilmiş. Ben acaba kimin işini göreceğim?

      İyice silinip süpürülmemiş büyük bir mermer taşlığın sonunda çifte merdiven, bunların arasında aynı taştan yapılma tavus kuyruğu gibi yaprak yaprak açılmış büyük kurnalı bir musluk görünüyordu.

      Kalfanın işareti üzerine alt kattaki yan odalardan birine girdik. Eski damasko makatlı, boydan boya bir kerevet. Yan tarafta ufak bir erkân minderi. Duvarlarda salkım salkım kabak, mısır, başak kuruları asılı.

      Kalfa, odanın bir köşesinde duran ufak sarı mangalı erkân şiltesinin yanına çekti. Kahve cezvesini sürdü. Dereden tepeden lakırtıya girişti. Bu ihtiyar Çeşmifelek, fena bir kadına benzemiyordu. Eski bir kibar konağında büyümüş, iyi bir eğitim görmüş olduğu her hâlinden belliydi. Âdeta konuşmasını bilen bir hanım gibi ağır ağır söylüyor, her söz ağzından hesaplı, tartılı, düşünceli çıkıyordu. Ben gene bir pot kırmamak için söze karışmıyor, yalnız dinliyordum.

      Ama ya Rabbi… Dağbaşında, hemen kırk odalıya benzeyen bu koca köşkün içinde yapayalnız bu iki kadın nasıl oturuyorlardı? Evin hanımefendisinin deli olduğunu işittim.