Hüseyin Rahmi Gürpınar

Gulyabani


Скачать книгу

kediymiş. Korkma kızım!” dedi.

      Eğildim, baktım. Gerçekten de o gündüzki iri kara kedinin ayaklarımın arasında dolaştığını gördüm.

      Gene yürüdük. Hayalden doğma bir müziğin ağır temposuna ayak uydurur gibi acayip bir çeşit kadansla gidiyorduk. Kedinin bacaklarıma her sürünüşünde tüylerim ürperiyordu. Nihayet geniş bir kapıya geldik… İçeriye baktım. Pek büyük bir mutfak. Köprü temeli gibi büyük bir ocağın önünde Ruşen Kalfa finoyla karşı karşıya oturmuş. Ocakta bir tencere kaynıyor. Arap da saçlarını çözmüş, siyah, yün gibi dağıtmış. Beyazlar giymiş. Bu acayip tuvaletin akşamdan sonra perilere karşı gözetilen bir çeşit etiket olduğunu anladım. Sahanlığın üstünde bir kör kandil yanıyordu. Ablanın arkası bize dönüktü. Geldiğimizi görmedi. Ama hâlâ bana alışamayan köpek hırlamaya başladı. Arap, başını bize döndürdü:

      “Destur, tü tü tü… Ay, siz misiniz? Ötekileri sandım da korktum. Çünkü Şeytan onların geldiklerini sezince hırlar.” dedi.

      Nalınları giyip içeriye girdik. Çeşmifelek Kalfa ocağın başına yaklaşıp:

      “Dadıcığım, bu akşam yemek geç kalmış…”

      Arap üzüntüyle başını sallayarak:

      “İyi saatte olsunlar… Bugün onları gücendirdim mi ne yaptım? Bir türlü pilav kaynamıyor…”

      “Şerbetlerini, şekerlerini vermedin mi?”

      “İncirin köküne bol bol döktüm… Şah nerede? Onun kaybolması iyi mana değildir, bilirsin ya? Şah onlardandır. Onların küçüğüdür.”

      “Bizimle beraber geldi. İşte burada…”

      Bu büyük adın kediye verilmiş olduğunu anladım. Biraz bekledik. Ruşen Kadın Şah’la Şeytan’ın ayrı ayrı kaplara yiyeceklerini verdi. Nihayet pilav pişti. Önceden kotardığı yemek sahanlarını dizerek iki tabla düzenledi. Mutfağın bahçeye açılan kapısı önüne gitti. Oradan kordon gibi sarkan, ucuna tahta parçası bağlı bir ipi seksen besmele ve desturla birkaç defa çekti. Sonra bize dönerek “Ötekiler çıngırağı pek seviyorlar. Geçen akşam gene böyle çekerken hep buraya üşüştüler!” dedi.

      Biz kendimize ayrılan tablayı aldık. Mutfağın yanındaki yemek odasına girdik. Sofrayı kurduk. Ekmekleri siniye dizdik. Bol etli silkme, patlıcan kızartması, pilav, bir de koca kâse kaymak gibi yoğurttan oluşan yemeğimizi yedik. Hepsi pek güzel pişirilmişti.

      Yemekten sonra, gene o uzun yoldan desturla yürüyerek gündüz oturduğumuz odaya geldik. Cezveler sürüldü. Kahveler içildi. Bu iki beyaz esvaplı, çözük saçlının arasında ben kıyafetimle, her hâlimle pek yabancı kalıyordum. Dışarıdan gelen en ufak tıkırtıya ikisi de dikkatle kulak kabartıyorlardı. Dereden tepeden konuşuyorduk. O geçtiğimiz uzun yolda bir gürültü oldu. Şeytan başını kapıya uzattı, havlamaya başladı. Ruşen Kadın iki yanına sallana sallana:

      Sözüm doğru,

      Özüm doğru,

      Korkutma bizi,

      Gözümün nuru.

      kafiyelerini makamla sıraladıktan sonra bana dedi ki:

      “Rabb’im hayırlar versin. Bu akşam gene bir kızgınlıkları var.”

      Bu iki acayip kadının perilerle insanlar arasında gizlilik dolu birer yaratık olduğuna iyice karar verdim. Dışarıdaki cinlerden olduğu kadar bunlardan da korkmaya başladım.

      Şamdan tepsisi üzerinde bir yağ mumu yanıyor, koca odaya bu ışıksızlık, bir türbe korkunçluğu veriyordu. Hanımefendi bu cinli evin acaba hangi hücresinde, hangi köşesinde oturuyordu? Yoksa perilerin elebaşısı o muydu?

      Dadı ile kalfa arasında bazı işaretler, karşılıklı yüz buruşturmaları geçtiğini sezer gibi oldum. Ama ışığın azlığından bunlara açık bir mana veremedim. Biraz daha oturduk. Çeşmifelek kalktı. El şamdanını yaktı. Ruşen’e bakarak “Sen bu kadına gereken şeyleri öğret. Ben gidiyorum. Geç kalmaya gelmez.” dedi.

      Odadan çıktı. Biz, şimdi, Ruşen, ben, Şeytan, Şah, dört can karşı karşıya kaldık. Bu hayvanlar bile perilere karışmıştılar. Hele Şah, onların çengisi, köçeğiymiş. Acaba bu hayvan bana bu gece ne oyunlar oynayacaktı?

      Bu akşam Ruşen’den ders alacakmışım. Bana öğretecekleri şeyleri yapmak kolay mı? Beceremezsem çarpılacak mıyım?

      Aşçı kadın, Şah’ı uzun uzadıya öpüp kokladıktan sonra bana döndü:

      “Ben de gidip yatacağım, kızım. Çok uyanık durursan hoşlanmazlar. Gündüz bizim, gece onların. Rahat bırakalım. İstedikleri gibi gezsinler…”

      Ağlayarak Arap’ın ayaklarına kapanıp:

      “Aman ablacığım, kurban olayım. Her tarafım zangır zangır titriyor. Ben bu evde yalnız başıma bir odada yatamam. Nereye gideceksen beni de beraber götür.”

      Kaşlarını çattı:

      “Olmaz, olmaz. Benim virdim, evradım var. Geceleri tespih çeker gibi söylerim. Yanıma kimseyi alamam.”

      “Allah aşkına…”

      “Nafile yalvarma, olmaz. Hiç korkma. Onlar, gece insan olan odaya girmezler. Ben şerbetledim. Şimdi senin boynuna bir muska takacağım. Bir şeycik yapamazlar. Hem evde en güvenli oda burasıdır.”

      Eliyle duvarı göstererek “Bak, orada bir levha var, içinde ‘El-cinnül-ecinn’ yazılı. Onun semtine uğrayamazlar!” dedi.

      Korka korka duvara baktım. Bir çerçeve asılıydı. Okuma bilmem ki ne olduğunu anlayayım?

      “Aman kadıncığım. Perilerin başı için beni beraber götür. Öleceksem senin yanında öleyim. Belki ağzıma bir yudum su verirsin.”

      Bir patırtı duyarak Şeytan gene havladı. Ruşen, kapıya doğru görünmeyen birine söyleyerek:

      “Biraz müsaade edin efendim. İşte artık yatıyoruz. Konak sizin.”

      Bana dönerek sert bir davranışla:

      “Yok… İki gözüm, onlar inattan hoşlanmazlar. Periler seni boğacak olduktan sonra benim yanıma gelmeye korkarlar mı? Niçin bu kadar titriyorsun? Onları kızdıracak bir kötülük mü yaptın? Bir suçun mu var?”

      “Hiçbir suçum, günahım yok. Tanrı biliyor. Ama onların hoşuna giden, gitmeyen şeyleri ben nereden bileceğim?”

      “Dur, hepsini anlatacağım. Dinle. Mavili esvap giyme. Uçkurunu kıbleye karşı bağlama. Kuşağını kördüğüm etme. Yatağını duvar kenarına yapma. Akşamları saç örgülerini çöz. Gözlerini birbiri üstüne yedi defadan fazla kırpma. Seni korkuttukları vakit ayak başparmaklarının tırnaklarını birbirinin üstüne sürt. İki elinle kulaklarının memelerini tut. Bir demir bulabilirsen üzerine bas. ‘Emret ey Cin! Hazırım!’ diye bağır. Gönlünü ferah tut, inancın tam olsun. Bir şey olmazsın.”

      Ben ürpertiler içinde, korkudan, şaşkınlıktan ağzım açık, Arap’ı dinliyordum. Sonunda, koynundan kaytanlı bir muska çıkardı. Boğazıma taktı. Bir iki defa okudu. Son öğüt olarak:

      “Kasıkların çatlasa gece dışarıya çıkma. Onları rahatsız edersin. Gündüzleri bizim. Gece onların. Yüklükte döşek var. Ser, yat.”

      Son yürek paralayıcı yalvarmama aldırış etmedi. Ruşen Kalfa, bir yanında Şah, öbür yanında Şeytan, çıktı gitti.

      6

      PERİLER

      Bir başıma tiril