Hüseyin Rahmi Gürpınar

Gulyabani


Скачать книгу

eksik olmayınız. Sizden pek hoşlandım. Ama izin verirseniz bir iki sorum var.”

      Kalfa, beni gene ağır ağır gözden geçirerek “Buyurunuz.” dedi.

      “Ben buraya kapılanacağım. Ama işimin ne olduğunu önceden bilmek isterim. Altından kalkamayacağım bir işse boşuna burada kalmayayım.”

      “Göreceğin iş için merak etme. Ağır bir işimiz yoktur kızım. Bana el ulağı olacaksın. Tahta, çamaşır, ortalık süpürmek gibi ev işleri. Bu koca evin her tarafı silinip süpürülmez. Birçok yerleri kapalı durur. Derleyip toplayacağımız, kullandığımız bu iki odadan ibaret. Dışarıda kâhya, bekçi, bahçıvan gibi birkaç erkek var. Onlar kendi işlerini kendileri görürler. Biz, sabah akşam, yalnız iki tabla yemek veririz. Yemeği de Ruşen abla pişirir. İhtiyarladım. Hâlsiz kaldım. Ne kadar güç olmasa da artık hepsine yetişemiyorum. Sen bize can yoldaşı olacaksın. Merak etme, bütün işi sana bırakmam. Gene yarıdan fazlasını kendim yaparım…”

      “Benden önce buraya hizmetçi aldınız mı?”

      “Evet. Bir iki tane geldi, gitti. Pek terbiyesiz kadınlardı. Biz insandan pek o kadar iş istemeyiz. Bu evin bir âdeti vardır. Her gördüğünü bilmeye uğraşmamalı, her işittiğini merak etmemeli.”

      Birkaç kere yutkunduktan sonra dedim ki:

      “Peki kalfacığım ama bizi buraya getiren arabacı yolda birtakım korkunç şeyler söyledi. Periler, cinler, gulyabaniler…”

      “Evet, bu köşkün öyle adı çıkmıştır, ben yalan sevmem. Doğrusu bu.”

      “Köşkün perili olduğu hakkındaki bu sözlerin aslı var mıdır?”

      “Sana şimdi bu köşke gelen adam pek o kadar meraklı olmamalı, her şeyi anlamaya uğraşmamalı demedim mi?”

      “A, ben cinden, periden pek korkarım. Doğrusu bunda meraklıyım, yapamam. Mademki siz sözü doğru söylüyormuşsunuz, ne olduğunu bir parça anlatınız.”

      “Bazı geceler ufak tefek patırtılar, çıtırtılar olur ama kimseye bir ziyanları yoktur. Biz kırk senedir buradayız. Çok şükür, hiçbirimize bir şey olmadı. İşte bak, ben seni aldatmıyorum. Ama bu evde kaldıktan sonra bu yolda uzun sorulara kalkışırsan ne benden ne başkasından bir cevap alamazsın. İşin gerçeği bu.”

      Beni bir düşünme aldı. Kalfa o kadar tatlı ve doğru söylüyordu ki, sözlerinde bir yalan kokusu alamadım.

      O aralık içeriye Ruşen Kadın girdi. Şişman bir Arap… Bir tarafında bir fino köpeği. Öte yanında kuzguni siyah, iri bir kedi vardı. Bu iki arkadaşıyla yürüdü, kerevetin kenarına oturdu. O sırada Ayşe Hanım “Gidip bir aptes tazeleyeyim.” diyerek dışarıya çıktı. Fino beni görünce kuyruğunu kıvırıp düşmanca havlaya havlaya beyaz dişlerini gösterdi.

      Ruşen Kadın: “Sus, Şeytan. O yabancı değil.”

      Bu azardan sonra, köpek kerevete yaklaşıp iki ayağı üstüne oturdu. Bana dikkatle bakmaya başladı. Kedi, yalana yalana gitti. Küçük bir yer minderinin üzerine çöreklendi yattı.

      Ruşen Kadın, Çeşmifelek Kalfa’ya bir baş işareti verdi. Kalfa, kendine önemli bir iş verilmiş gibi hemen odadan çıktı. Aşçı kadınla yalnız kaldık. Arap, iltifatlı bir yüzle:

      “Sefalar, uğurlar getirdiniz. İstanbul’da ne var ne yok bakalım?”

      “İyilik, ablacığım.”

      “Ah, cümlemiz iyi olalım… Nasıl, köşkümüzü beğendin mi, bizden hoşlandın mı?”

      “Beğendim. Hepsi pek âlâ.”

      “Ee, neye öyle durgun duruyorsun?”

      “Bu köşk için cinli, perili dediler de korkuyorum.”

      “Aman, düşündüğün şeye bak. Bu dünyada hiç perisiz yer olur mu? İki gözüm, onlar iyi saatte olsunlar. Nerede yoklar ki burada olmasınlar? Onlara zarar etmeyene hiç fenalık yapmazlar.”

      “Arabacı söyledi. Burada bir iki hizmetçi boğmuşlar…”

      “Elbette boğarlar. Destur demeden pencereden aşağı, onların başına tükürülür mü? Hiç gece bahçeye faraşla süprüntü dökülür mü? Hizmetçiler onları saymadı. Ötekiler de onları boğdular.”

      Ruşen’in bu safça açıklaması üzerine “Ben burada durmam! Gideceğim, Ayşe Hanım nerede?” diye bağırarak hemen taşlığa fırladım.

      Arap arkamdan yetişerek:

      “Ayşe Hanım nerede? O çoktan arabaya bindi gitti. Şimdiye kadar Yalnızselvi’yi buldu.”

      “Yok, bir dakika durmam! Ben de gideceğim!”

      “Buraya gelen ayağıyla gelir ama kendi isteğiyle gidemez. Biz insanı salıvermeyiz. Seni buraya kim teslim ettiyse gene gelir, o alır. Başka türlü gidemezsin.”

      5

      KORKULU BİR AKŞAM YEMEĞİ

      Taşlığın kapısına doğru koştum. Sımsıkı kilitli buldum. Alt katta her tarafın pencereleri kalın, sık demir parmaklıklarla örtülüydü. Kaçmanın imkânı olmadığını gördüm.

      Aman ya Rabbi… Ben bir tuzağa tutulmuştum ama bu nasıl bir tuzaktı? O gece başıma neler gelecekti? Bir zaman ağladım, sızladım, dövündüm. Ruşen Kadın “Yemek kotaracağım.” diye savuştu gitti.

      O tatlı dilli kalfa da meydanda yoktu. Orada bir başıma kaldım. Çaresiz bir belaya uğramıştım. Çırpınmanın para etmeyeceğini anladım. Ecelime boyun eğmekten başka bir kurtuluş yolu göremiyordum. Gözyaşlarımı sildim. Kerevetin bir kenarına oturdum.

      Artık akşam oluyordu. Dört duvarla çevrili bahçeye baktım. Rüzgârla oynayan ağaçların gölgeleri bile esrarlı birer hayalet gibi bana korku veriyordu. Oda loşlaştıkça çevremi kuşatan bütün eşyalardan, her şeyden, minder üzerinde yatan kara kediden bile korkuyordum.

      Acaba o zayıf kalfa, bu şişman Arap, insan biçimine girmiş birer peri miydiler? Böyle esrar dolu bir evde her şey olabilirdi. Yaradan’ıma sığındım ve bildiğim duaları okumaya başladım.

      Artık sular kararıyordu. Hâlâ gelen giden yoktu.

      Bir köşeye büzüldüm. Titriyordum. Nihayet merdivende bir patırtı oldu. Aman ya Rabbi, kim geliyordu? Çeşmifelek Kalfa elinde bir fiske şamdanıyla göründü. Tepeden tırnağa beyazlar giyinmişti. Saçlarının örgülerini çözmüş, omuzlarından aşağıya salıvermişti. Gözleri gündüzki hâliyle ölçülemeyecek bir biçimde parlıyordu.

      Kapının eşiğinde durdu. Okur gibi bir şeyler mırıldandıktan sonra ağır bir söyleyişle “Haydi kızım, gidelim. Ruşen’e yardım edelim. Yemek zamanı geldi. Arkamdan yürü. Kapı eşiği atladıkça ‘destur’ de!” diye hatırlattı. Kalktık. Ben kapı eşiği atladıkça değil, onlardan birine basarım korkusuyla her adımda “destur” diyordum. Periler civciv gibi bu evin her tarafına, ayakaltlarına dağılmışlar mıydı?

      Taşlığı geçtik. Karşı tarafta büsbütün karanlık uzun bir yola girdik. Bu destur kelimesini birbiri ardınca tespih gibi çekiyor, taşları incitmeyeyim tasasıyla parmaklarımın ucuna basıyordum. İki tarafımızda eşya gibi yığın yığın karaltılar vardı. Bunların ne olduğuna ben dikkatle bakamıyordum.

      Biraz daha yürüdük. Bacaklarıma doğru yumuşak yumuşak bir şey dokunmaya başladı. Korkudan dizlerimin bağı çözüldü. Bir iki “destur” daha dedim, durdum. Çarpıntıdan bayılacaktım.

      Kalfa: “Kızım neye yürümüyorsun?”

      “Ben