6’da İstanbul’da doğdu. İstanbul’da başladığı öğrenimine İzmir’de devam etti. Mechitariste Okulundan mezun olduktan sonra maddi imkânsızlıklardan dolayı tahsiline devam edemedi ancak edebî alanda kendisini geliştirecek faaliyetleri hiç bırakmadı. Fransızca ile birlikte İtalyanca da öğrenen Halid Ziya, kendisindeki büyük edebî yeteneği keşfeden hocalarının Avrupa’dan getirttiği eserleri okudu ve İngilizce dersleri aldı.
Türk edebiyatında genellikle Servet-i Fünûn dönemi içerisinde değerlendirilen Halid Ziya Uşaklıgil, edebî faaliyetlerine bu dönemden çok önce tercüme ile başladı. Yaptığı ilk tercüme Jean Racine’in La Thebaide adlı eseri oldu. Alexandre Dumas’dan La Reine Margot’yu, Eugene Scribe’den Bir Macera-yı Aşk’ı tercüme etti.
Halid Ziya Uşaklıgil, Türk Edebiyatı’nda Batılı tarzda roman yazımının öncüsü olarak kabul edilmektedir. Eserlerinde, duyguların gelişimini en ince ayrıntısına kadar dikkat ederek kaleme aldığı tahlillerini, eşya ve tabiat tasvirlerini sağlam tekniği ile büyük bir ustalıkla kullanmıştır. Sekiz romanı bulunan Uşaklıgil’in romanlarındaki estetiğin temeli psikolojidir.
İlk makalesini yazdığı 1883 yılından itibaren ölümünden iki sene öncesine yani 1943 yılına kadar yoğun ve zengin bir edebiyat faaliyeti içinde bulunan Halid Ziya Uşaklıgil’in Türk edebiyatında eleştiri tarihine yaptığı katkılar da büyüktür.
Uşaklıgil, Mayıs 1945’te İstanbul’da vefat etti.
Başlıca Eserleri: Sefile, Nemide, Bir Ölünün Defteri, Ferdi ve Şürekâsı, Mai ve Siyah, Kırık Hayatlar, Aşk-ı Memnu, Nesl-i Âhir, Bir Muhtıranın Son Yaprakları, Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası, Deli, Bu Muydu?, Heyhat, Bir Yazın Tarihi, Valide Mektupları, Solgun Demet, Hepsinden Acı, Aşka Dair, Onu Beklerken, İhtiyar Dost, Kadın Pençesi, İzmir Hikâyeleri, Kırk Yıl.
YAZARIN ÖN SÖZÜ
Bu kitapta toplanan yazılar için -onlara edebiyat alanında bir yer vermek mümkün olsa- nasıl bir genel ad koymak mümkündür, diye düşündüm. Bunlar öykü müdür, gazete yazısı mıdır; gazete yazısına benzeyen öykü ya da öyküye benzeyen gazete yazısı mıdır? Niteliği bu derece iki yön için de ortak olan bu yazılara gazete yazısı biçiminde öykü ya da öykü biçiminde gazete yazısı demek de mümkün, ama hiç hoş değil.
Bunlara her hâlde bir ad koymak gerekliyse o çabayı ve iyiliği okuyuculara bırakmak en uygun bir çare olacak. Bunların niteliklerini belirleyecek olan, okunduktan sonra edinilecek olan düşüncedir. Belki o düşünceyi, eskiliğe bağlı olanlar “boş lakırtı”, yeniliğe bağlı olanlar da “saçma” diye adlandıracaklar. Yazar, her iki tarafı da düşüncelerinde özgür bırakmaktan başka yapacak bir iş bulamaz.
YEGÂNE DOST
Onu nasıl bulup ortaya çıkardım? Bu büyük başarı birdenbire mi elde edildi? Yoksa onu yavaş yavaş, zaman türlü sevinçlerden, kederlerden ve herhâlde sevinçlerden pek çok fazla kederlerden, yılgınlıklardan oluşan saatlerini üzerimden geçirdikçe ihtiyaçların sürüklemesiyle, bir şairin duygulanmalarının tortularından vicdanında biriken bir usanç kasidesi gibi; bir ressamın damla damla damıtarak sonunda bir gün doğum bunalımı içinde fışkıran hüzünlerinin tablosu gibi uzun bir hazırlama sonucunda mı buldum?
Sanırım bu ikinci görüş doğru. Şimdi artık kaç yıldan beri tamamıyla belirlenip ortaya çıkan durumlarımızı, ilişkilerimizi, kimi zaman her dakikayı birlikte yaşayarak kimi zaman geçici bir süre için ayrıldıktan sonra yeniden buluşarak gerçekleşen görüşmelerimizi inceledikçe onun varlığını hayatımın geçmişe doğru gerileyen ve geriledikçe daha yoğunlaşmış, daha belirtisiz olan sisleri arasında da görüyorum.
Bir kere, şurası kesin ki, birlikte doğduk ve birlikte öleceğiz. Aramızda yalnız bir tek fark var, bir yaş farkı var. Bu, biraz bilmece gibi bir tanımlama; ama gerçeği her hâlde hiç böyle değil. Dostumdan beni ayırt eden ayırıcı özelliği işaret edebilmek için bu çelişkilerden oluşan tanımlamaya başvurmaktan başka bir çare görmüyorum.
Belki başka bir anlatımla daha az garip görünmek mümkündür; daha az garip ve daha çok sahi! Örneğin denebilir ki onunla aramızda var olan fark bir yaş farkı değil, bir tarih farkıdır. Olguların ve olayların, zaman süresinin ve duygulanmaların izlenimleri ve yansımaları bakımından bir fark. Böylelikle biz, o ve ben, birlikte doğmuş ve birlikte ölecek olan bu iki dost, her dakikayı bir arada yaşamakla birlikte görüş ve değerlendiriş bakımından aramıza her zaman bir tarih farkı koruz.
Arada, beş on yıllık bir zamanın, çatışmalarımızı ılımlılaştıran, zehirli şeylerin zehrini, uçurum gibi karanlık şeylerin siyahlıklarını silen, keskin şeylerin sivrilerini törpüleyen bir fark vardır ki aynı olayı bu iki dosttan biri için pek katı ve acılı yaparken öteki için daha yumuşak ve daha ılımlı yapar ve böylelikle biri yıkılacak kadar şiddetli bir darbeye uğrarsa düşmemek için ötekinin koruyucu kucağına sığınır. Yırtılacak kadar etkili bir yara alırsa ölmemek için ötekinin sevecen elini arar.
Yegâne dost, bu bir çeşit büyük kardeştir; ama öyle bir büyük kardeş ki yalnız aynı kandan gelmiş olmakla değil, aynı hayatı yaşamak, aynı ömrü sürüklemek bakımından da bağlı olsun.
Onun mucidi, üstelik yaratıcısı benim. Varlığını arayıp bulan, belli belirsiz gölgeleri uzun bir uğraşışla kaldıra kaldıra sonunda onun yüzüne bir belirgin biçim veren, daha sonra bu yaşama ortaklığında ona bir görev gösteren, bir dil belirleyen sadece benim. Onu yaratıp ortaya çıkarmak hakkı tamamıyla bana aittir. Varoluşunun, yaratılışının sebebini tamamıyla bana borçludur. O benim uyruğumdur; ben onun bir emredicisi, bir zincirini çekeniyim. Ne zaman onu yanımda sezinlersem, ne zaman bir ihtiyaç durumunda onu bulursam, hemen onu dinlemek, onun sağlam ve düzgün konuşmasından akan serin ve taze suyu içmek için sokulur, çoğunlukla gene bir çarpışın zulmünden ağrıyan başımı onun omuzlarına dayar, ondan güç ve teselli alırım.
O zaman sanki o çarpışın üzerinden birkaç yılın, beş yılın, on yılın hafifliği geçer; sanki bir büyüleyici el ustalığı benliğime, yılların etki izlerini uzaklandırıp sisleyen mesafesini ortadan kaldırtır ve bu bir araya gelmeden sanki daha yaşlanmış, şimdiki zamandan daha uzaklanmış olarak çıkarım. Ağrıyan başımın, kanayan yaramın, kırılan benliğimin üzerinde bir rahmet yağmurunun lütfuyla unutma denilen kraliçenin iyileştirici ve rahatlatıcı gölgeler serpen beyaz kanatları gerilir.
Onun bana karşı bu egemenlik gücünü oluşturan, bir özel felsefesidir. Pek analize gerek görmeksizin onda, yarınların bugünlerden pek değişik ipliklerle örüldüğüne candan yürekten inanan bir sabır; gecelerin arkasında güneşlerin saklı oluğunu bilen bir alın yazısına inanış ve razı oluş hâli, insanların dert ve belalarla mutlulukları -ayrıntılar ve gereksiz fazlalıklardan soyutlanınca- bunların özünün pek küçük bir şey olduğu kanaatine varan bir analiz düşüncesi, her ağlanan şeyin siyah örtüsü kaldırılırsa altından lacivert bir ufkun açılacağını bilen bir deneyim, şimdi için karar vermeyen bir katlanabilmeyle sonrası için düşünen bir bekleyiş görürdüm. Ve böylelikle donanımlarını meydana getiren bir felsefe ya umuda ya bir özveriye kadar gidip dayanırdı. Ama hastaydı, bu iki aşamadan hangisine götürüp bırakırsa onu ya güçlendirmiş ya avutmuş olurdu.
Hiç kimseye benzemeyen bir “suyuna göre gidiş” inceliği vardı ki hiçbir zaman gelip bana kendi felsefesini bana dayatmasına izin vermemiştir. Hayatımın her dakikasına tanık, her evresine ortak olmakla birlikte bu sürekli beraberlik içinde devamlı olarak silinmek inceliğine sahipti. Yalnız, ben ona muhtaç olunca, onun uykuda sanılan varlığına işaret edince, bu kendi isteğiyle ortadan kaybolma hâlinden çıkar, sanki silkinerek dudaklarında hiçbir zaman geri çevirmeyen, kimi savsaklama ve unutulma aralarından kırgınlık izi görülmeyen, her zaman okşayıcı ve avutucu bir gülümseyişle, “Bana mı geliyorsun? Pek iyi ediyorsun. Gel seni iyileştireyim. Felsefemin kimi zaman inkâra ve yasaklamaya kimi zaman bekleyiş ve umuda dayanmış yastığına başını koyarak seni uyutayım…” diyen gözleri de gülümserdi.
Biricik dost! O beni bütün güzelliklerimle ve bütün çirkinliklerimle tanıyan, onları bilen ve bütünüyle