Halid Ziya Uşaklıgil

İhtiyar Dost


Скачать книгу

kütüğüne benzer. Torunlar onun yapraklarını karıştırırken yanlışlıklarla, belki kirlerle bulaşmış sayfalarının üstünden elbette kınayıcı, elbette kendi hesabına bir ahlak payı, bir yaşama faydası çıkaran bir görüş netliğine sahip bir bakışla geçer; elbette göğsünden derin derin kabarıp gelen bir sitem çığlığı, bir suçlama haykırışı vardır…

      Ama o paylayıcı bakışın, o çekiştiren sesin kahır ve yasaklamadan çok bağışlayıcılığa ve yumuşaklığa, şiddet ve öfkeden fazla sessizliğe ve ılımlılığa, hakaret etmekten ve hor görmekten öte uyarmaya yönelik bir anlamı olmalıdır. Ve bütün sorun bu iki seçkiden birine düşmeksizin, birinin insafsızlığına, ötekinin miskinliğine kapılmaksızın bir sağlam nokta bulabilmektir. O noktanın bulunmasıyla mümkün olur ki torunların elleri bu aile anılar kütüğünün yalnız uğursuz sayfalarını görerek birdenbire püsküren bir öfkeyle onu yırtıp atmaz, çiğneyip çamur yapmaz…

      O sayfalarla yüreğinde uyanan elemlerin avuntusunu yaprakları çevirmekle, başka sayfalara geçmekle, atalarının kıvançlarından birer övünç yadigârı bulmakla, özellikle o geçmişi geleceğe güzel bir bağla bağlamakla arar…

      İşte gençliğin eline bir yandan bir geçmiş tarihi, öte yandan bir gelecek ilkesi verilirken, ona dünün bütün kötü şeylerinden ders alma ve yarının bütün iyiliklere, temel olan şeylerine inanma duyguları şırınga edilirken onu dünle yarın arasında bir inkâr edici öge değil, bir düzeltici organ yapabilmelidir. Bu zor görevi hiçbir kötü ve yanlış anlamaya, hiçbir yorumlama yanlışına yer bırakmayacak biçimde belirgin bir yasa altına alabilmeye imkân göremiyorum. Ama buna karşılık, ne kadar yazık ki, tehlikeleri açıkça gözlemliyorum. Yalnız tehlikeleri değil; bu evrim içinde, bu kuşak eğitimi arasında tehlikelerin örneklerine de rastlıyorum. Pek az rastlanılır, şimdilik kural dışı denecek derecede yaygınlaşmamış ama kötü örnekler…”

      Dostumun sözünü, kapı zilinin cesaretli bir biçimde çalışı kesti. Bir konuğun gelmiş olduğunu sanarak hep durduk. Bu sanışta aldanmıştık; hizmetçi, elinde bir kâğıtla geldi.

      Dostumun meraklı bakışı gözlüğün arkasından bu adı okumak ve bu adın yardımcılığıyla tanınan yüzleri aramak için gecikti; sonra dudakları burkuldu. Ağzından kendi kendisine sesleniyormuşçasına “Tanımıyorum!..” sözü çıktı. Ufak bir kararsızlıkla “Buraya alınız!” emri döküldü.

      Bir dakika sonra dostumun kitaplık odasına, giyilmeksizin sol avcunda duran eldivenleriyle, önü aşırı açık ceketiyle, daha açık, daha geniş yeleğinden yakası birer küçük inciyle çengellenmiş kolasız gömleğinin gevşek göğsü görünen; paçaları kıvrık pantolonunun altında Amerikan ayakkabılarının aşırı abartılısı beliren, ancak on sekiz yaşlarında, zarif ve yakışıklı; saçlarının biraz fazla kıvırcıklanmasına, şakaklarının üstünde oldukça özellikli bir fazlalık göstermekte olmasına, bütün hâlinde tutumunda, giyinişinde bakışları durduran bir başkalığın, bir yeniliğin, bir son saate uyumluluğun garipliğinden oluşmuş bir olağanüstülük uçmasına karşın, hoş ve çekici bir genç girdi.

      Hep ayağa kalktık. O, biraz eğri ve yukarıdan, İstanbul’a yeni gelmiş Alman subaylarına özgü davranışı andıran bir davranışla bizleri selamladı. Sonra gayet rahat, başı dik, gözleri cesaretli, sesi güçlü, dostuma seslenerek, “Efendim, beni tanımakta galiba zorluk bulacaksınız!” dedi. “Dört yıldan beri görülmeyen bir yüz, daha bir çocukken bıraktığınız ve şimdi bir genç adam kimliğiyle sizi görmeye gelen…”

      Dostumun gözlerinden bir hatırlamanın dalgası geçti. Pek memnun görünmek isteyen bir gülümsemeyle konuğun sesini durdurarak “Evet!” dedi. “Ne kadar değişiklik!”

      O zaman bize bir eski dostun dört yıldan beri görülmeyen oğlunu tanıttı. Ve tanıtma törenini tamamlamak üzere, ama pek hızlı bir saymayla adlarımızı ona bildirdi. O, adlarımız söylendikçe ufak ve keskin hareketlerle dönüyor, başının garipliğine karşın hoş bir silkintisiyle ve hep o edasıyla selamlıyordu.

      Bütün bu küçük oturum ayakta geçmişti. Dostumun eli zarif ve iltifatlı bir işaretle ona oturulacak yeri gösterdi. O, hemen, hecelerin üzerinden koşan hızlı bir söyleyişle “Teşekkür ederim efendim.” dedi ve oturarak biraz gergin ve uzun bir durum alan bacaklarını birbirinin üstüne koydu.

      Hemen, niçin geldiğinin sebebini de söyledi:

      “Size ilk eserimi göstermek arzusuyla geliyorum.” dedi. “Her şeyden önce bir kez gelip sizi görmeyi ve bunun için de sizden izin almayı bir borç sandım.3 Babamdan her zaman işitirdim ki ‘Şark sanatları’ konusunda pek çok araştırmalarda bulunmuşsunuz. Öyle varsayıyorum ki sizin korumanız altında yayımlanacak olursa kamuoyu eserime özel bir önem gösterecek.”

      Dostumun hiçbir zaman bu kadar lütfedici ve gönül okşayıcı olduğuna rastlamamıştım. Sanırım, buna lüzum görerek bizlere bakmıyordu. Gülümseyen ve insanı yüreklendiren bir bakışla bu genç konuğun karşısında en nazik, en alçak gönüllü tutumunu edinerek dinliyordu. Hep o gülen gözleriyle ve her vakitkinden daha çok tatlılaşan sesiyle karşılık verdi:

      “Bana pek büyük iltifat ediyorsunuz. Sizi bu duruma gelmiş ve özellikle yazı dünyasına atılacak derecede ilerlemiş görmek bence pek değerli bir itminandır.4 Böyle bir memnunluk imkânını bana bağışlamış olduğunuz için teşekkür ederim. ‘Şark sanatları’ konusunda edinmiş olduğum görüş ve düşüncelerimin eserinize yol gösterici olacak bir değerinin olup olmadığından güvenli değilim…”

      Genç konuk birden “İzin verir misiniz?” dedi.

      Bu sözden maksadının ne olacağım hepimiz bekledik. O sandalyesinde doğrularak ceketinin dış cebinden iri bir boyda telatinden yapılmış bir tabaka çıkardı, açtı ve içinden usta parmaklarla bir yaprak sigara seçerek hepimizi birden dolaşan bir bakışla: “Rahatsız etmez mi efendim?” dedi.

      Gözlerimizle karşılık verdik. Sonra cebinden bir kutu kibrit çıkardı, içinden bir kibrit çöpü alarak çaktı, sigarasını özenle yaktı. Bütün bu işler büyük bir rahatlıkla yapılıp bittikten sonra dostuma bakarak devamına izin isteyen bir sesle “Evet efendim?” dedi.

      O, sesinin, gözünün tatlılığından en küçük bir parçacık kaybetmeyerek sordu: “Eserinizin neyle ilgili olduğunu öğrenebilir miyim?”

      Avcunda sallanan eldivenlerinin bir hareketiyle hemen karşılık verdi:

      “Yalnız adını söylemekle bütün içeriğini, niteliğini anlatmış olacağım: Türk Soyunda Sanat ve Yaratıcılık Yoksulluğu.”

      Bu ad önümüze tam bir güvenişle ve sınırsız cesaretle atıldı. Hep birbirimize bakıştık. Yalnız dostumun gözleri ısrarlı bir kaçınmayla bizi görmemekte, bize çevrilmemekte inat ediyordu.

      Onun korkunç alaylarından biriyle, on sekiz yaşında Türk soyunu sanat ve yaratıcılık yoksulluğuyla mahkûm edecek bir eser yazan bu çocuğu kamçılayacağını bekledik. Aldandık. O, özür dileyen bir sesle ve iskemlesinin üstünde başka türlü düşünmek cesaretini alan varlığını küçültmek isteyen bir durumla karşılık verdi:

      “Babanız tarafından size sözü edilen incelemelerim ve araştırmalarım bu başlığın anlamına tamamıyla aykırı bir sonuca varmakla birlikte, pek ciddi, pek inandırıcı delillere dayanarak meydana getirilmiş olduğunda kuşku olmayan eserinizi -inanınız ki- pek geniş bir tarafsızlıkla inceleyeceğim.”

      O, ayaklarını biraz daha uzattı ve dudaklarındaki sigara sallanarak