Halid Ziya Uşaklıgil

İhtiyar Dost


Скачать книгу

çıkmadı. Ama bununla birlikte o, bütün varlığıyla ve sadece bu anlamla doluydu. Bunu nasıl görüyorum, nasıl seziyorum, açıklaması mümkün değil. Gözlerimde işte hokkabazın, parmaklarında var olan dokunma yeteneğine benzer bir okuma gücü var.”

      İhtiyar dost burada biraz durdu ve bir umutsuzluk bitkinliğiyle yeniden sandalyesine yaslanarak ekledi:

      “Bilsen çocuğum, bu okuma gücü hayat için ne kadar elem verici, ne bitkinlik ve bıkkınlık getirici bir sonuç veriyor. Önümüze rastlayan bir adamın, size elini uzatan her dostun, üstelik her zaman sizinle birlikte yaşayan, sizin kanınızdan olan her varlığın bütün ruhunu soyuyorsunuz. Onları bütün dış görünüşlerden, süslü cümlelerin, dost bakışların, yumuşak tutumların gösterişinden soyutladıktan sonra asıl oldukları nitelikte saklanmış düşünceleriyle size mahsustan tam tersi varsaydırılmak istenen duygularıyla görüyorsunuz.

      Gözlerinde öyle delici, işleyici bir ışık gücü oluşuyor ki yöneldiği yönde ve çizgideki bütün engelleri aydınlatarak ruhun en karanlık noktasına bir güneş asıyor. Basit bir söyleyişle her şeyin içyüzünü gören bir keramet sahibi oluyorsunuz. O ne zaman oluyor? Görüyorsunuz ki hayat sonsuz bir ikiyüzlülük oyunudur ve bunu böyle görünce gözlerinizi kapayarak hayattan, dünyadan, insanlardan kaçmak; böyle bir yalnızlık köşesine kapanıp kalmak için karar veriyorsunuz…”

      Bugünün çocukları bilmezler. Bir vakitler bizde az çok parasına güvenen, zevkini bilen, fazla olarak yiyeceğini giyeceğini dışarıdan gelen şeylerden edinmeyi bir süs, başkalarına karşı bir üstünlük sayan kimseler; yerli mallarına rağbet etmezlerdi. Bir mazeretleri de vardı: Ya yerli malı bulunmazdı ya da bulduklarını zevklerine ve üstelik tasarruf emellerine uygun görmezlerdi.

      Fesinden ayakkabısına kadar giydikleri; ekmeğinden şekerine kadar, sütüne, şarabına kadar yedikleri içtikleri hep yabancı ülkelerden gelme şeylerdi. Ve böylece üreticiler elleri böğürlerinde, kadere boyun eğip sabırla beklerlerken tüketiciler de paralarını başka ülkelere dağıtırlardı.

      Aşağıda gelen yazı bu durumun ihtiyar dosttaki esinlenmesinden yansıyan bir öfkelenme tablosudur.

      TASARRUFA RİAYET

      İhtiyar dostumu bugün suçüstü hâlinde yakaladım. Mükellef bir tepsinin başında akşam yemeğini yiyordu. Onun birkaç yıldan beri, doktorların salıklarıyla, akşam yemeklerini kaldırarak yalnız öğleden beş saat sonra besleyici bir kahvaltı yaptığını ve geceyi bununla geçirdiğini biliyordum. Hayatının başlıca zevklerinden birini oluşturan böyle bir uğraşı sırasında kendisini görmeye gitmeme pek zamansız bir rahatsız etme gözüyle bakacağından korktum.

      “Sizin bu saatte yemekte olduğunuzu düşünmemek büyük bir kabahattir.” dedim.

      O, hemen insanı en zor durumlarında kurtaran bir senli benli hâliyle “Tam tersine, tam tersine çocuğum!” dedi. “Bu üstelik bir seçkinliktir, çıkardır; ne dersen de herhâlde kabahatin tam tersi olan bir şeydir. Bu fırsatla hem sana da bu güzel şeylerden ikram edebilir, hem de bir biriktirme dersi veririm…”

      Elinde pembeyle sarı arasında gözleri okşayan bir renkle gülümseyen bir bisküvi gösterdi:

      “Pöti bör!.. İster misin?.. Beğenmiyor musun? Canın isterse!..”

      İki parmağının arasında, zarif bir hareketle fincanında kaymak tutmuş kakaosuna batırdı. Dişlerine götürerek bir hanım kız ya da daha çok zevkine düşkün bir kedi zarifliğiyle ısırdı.

      “Ne güzel, ne güzel!” dedi. “Bu bisküvi İngilizlerin! Zaten bu onlara özgü gibidir. Dünyanın bütün bisküvilerini denedim. Onlarınkiyle kıyas kabul edecek bir tanesine rastlayamadım. Her milletin kendisine özgü güzel şeyleri vardır. Bakınız, şu kakao da Fransız yapımlarından. Ayrıca ben çikolata ile kakao arasında da bir ayrım yaparım: Çikolata için İsviçre’yi yeğlerim. Sen bu düşüncede değil misin?..

      Hep susarak dinliyorsun! Çok iyi biliyorum ki kakaonun bu kadar kaymak tutmasına şaşıyorsun!..”

      Ben susuyordum. Çünkü araya bir tek söz bile sıkıştırmama fırsat vermiyordu. Hiç olmazsa bir şey yapmış olmak için eğilerek kakao fincanına baktım. Gerçekten yağlı ve kaymaklı görünüyordu.

      İhtiyar dostum bu sırada kızartılmış ince bir dilim francalanın üstüne bıçağının ucuyla kayısı reçeli sürmekle uğraşıyordu. Ve bunun için önceden tadını hayaliyle tadarak gözleri haz duyan bir gülümsemeyle süzülüyordu ya da benimle hafiften alay ediyordu. Dedi ki:

      “Francalayı da tavsiye etmeye değer buluyorum. Katıksız Amerikan unu iledir. Demin çikolata için İsviçre’yi yeğlediğimden söz ediyordum. Konsantre süt için de öyleydi. Ama bir süredir bu kanaatimde bir sarsılma var; şimdi Amerika’nınkileri yeğlemeye başlıyorum. Kakaonun seni imrendiren yağını, kaymağını veren odur. Yani Amerika’nın şekerle hazırlanmış yoğunlaştırılmış sütü…”

      Kapağı yarım açık teneke kutuyu bana uzatarak:

      “Denemek ister misin? Kaşığın ucu ile bir francala diliminin üstüne biraz sürerek… Bunu da mı istemiyorsun? Epeyce zor beğenenlerdensin. Amerika, Avrupa iş birliği yapıyorlar, büyük denizleri aşıp türlü yolculuk güçlüklerini göze alarak ayaklarımıza kadar bütün bu güzel şeyleri getiriyorlar, yok pahasına… Evet, karşı çıkma, yok pahasına bize veriyorlar; sen hâlâ istemezlik gösteriyorsun…

      Yoksa tuzlu şeylerden mi hoşlanırsın? Sardalya, ton, kaz ciğeri, av eti, karaca kızartması, tavuk göğsü; reçellerin, ezmelerin de türlü çeşidi var. Eğer kayısı için kesinlikle bir düşmanlık besliyorsan sana portakal, erik, ananas, şeftali, armut, çilek… Ne istersen ikram edeyim. Beni fazla harcamaya sokmaktan çekinme; söyledim ya bunlar yok pahasına… Evet, gülme, belli bir oranda yok pahasına… Üstelik peynir, çeşter, gravyer, jerve?..”

      Birden “Ne kadar kolay!” dedi. “Bende Cava şekeriyle Brezilya kahvesi de var. Dadı kalfa da -bilirsin- kahveyi çok iyi pişirir. Şimdi evde yemek pişirmek, su ısıtmak için kömür ve odun da kullanmıyoruz; çok iyi cinsten ocaklarımız var, petrol kullanıyoruz, Rusya’dan, yok pahasına…”

      Dostumun dilinde sürekli yinelenen ve her seferinde fazla bir alay kokusu taşıyan bu “Yok pahasına!..” cümlesi artık açık seçiklik kazanmıştı.

      Biraz korkarak “Sahi? Öyle mi buluyorsunuz?” dedim.

      “Seni inandırmak isterim ki öyle! Aynı nefislik, aynı temizlik çerçevesinde yerli ürünler ve yapımlardan edinerek -ne var ki bulunanlardan- böyle büyük bir besin düzenleyebilir misin? Hele ki onu hazırlamak için aynı kolaylık, ucuzluk ve temizlik şartlarını odunda ve kömürde bulabilir misin?.. Yok pahasına diyorum, işte bir örnek…”

      Yeniden süt tenekesini alarak uzattı:

      “Sütü kaçtan alıyorsun?”

      Başımı iki yana salladım.

      “Pek bilmiyorum.” demek istedim.

      O, karşılığımı beklemeden ikinci soruyu yetiştirdi:

      “Halis süt buluyor musun?”

      “Bilmem.” demek isteyen bir anlamla dudaklarımı burdum.

      O, tenekeyi önüme sürdü:

      “Bunu kaça alıyorum, diye sormuyorsun. Ama ülke otlaklarla dolu imiş. Şimdikinin on katı, yirmi katı, belki yüz katı, bilir miyim ne kadar koyun besleyebilirmiş…