keseme daha uygun…
Niçin? Onu bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Bunun sebeplerini açıklayanlara da rastlayamadım değil… Onları dinlerken daha fazla sinirleniyorum. ‘Değil mi ki hastalığın sebepleri biliniyor, niçin iyileştiren yok?’ diyorum…”
Yeniden kayısı marmeladını francalasına sürdü.
“Ne nefis!.. Ne nefis!..” dedi. “Bir ülke ki toprağına kum serpilse filizlenir ama ekmeğinin ununu Amerika’dan bekler. Ormanları da bırakılsa dünyayı ısıtacak odun vermeye hazırdır, yemeğini pişirmek için Batum’un petrolünü yeğleyecek hâldedir…”
Bu sırada dadı kalfa, yavaş yavaş adımlarla kahvemi getiriyordu. İhtiyar dostumun birden atılan eli, fincanı tepsiden aldı ve önüme koydu:
“Şekerini Cava’dan, kahvesini Brezilya’dan alır; bu ne demektir çocuğum?..”
Karşılık vermemek için uzun bir yudumla kahvemden içtim. O, dadı kalfaya büyük tepsiyi göstererek “Doydum.” dedi. “Bunları kaldırıver dadıcığım…”
Hâlbuki daha doymamıştı. Henüz ben geldiğimde yeni başlıyordu. O kadar övdüğü yağlı, kaymaklı kakaosundan bile bir büyük kısmı fincanın içinde kalmıştı. Sezinliyordum ki ihtiyar dostumun sinirleri gene bozulmuştu. Ayağa kalkarak birisini tokatlıyormuşçasına ellerinin tersiyle, üstünden kırıntıları silkeledi ve gülmeye çalışan bir sesle ekledi:
“Ne denirse densin, İstanbul dünyanın kraliçesidir. Ona eski dünya, yeni dünya bütün zenginliğinin hazinelerini, hüner ve marifetlerini, eserlerini getirip sunar. O, yeşil eteklerini mavi sularının içine salıvererek naz yatağında uzana uzana, gerine gerine, yarı uykuda, yarı uyanık, bir eliyle aynasını arayarak, bir eliyle ipek saçlarını tarayarak yaşamanın zevklerini tatmakla uğraşmaktadır.”
Bu sırada uzaktan, İstanbul’un o çok bilinen seslerinden biri işitildi:
“Lüfeeer!..”
İhtiyar dostumun balık tutkunu olduğunu biliyordum. Yüzünde ufak bir ürpertinin akışını sezdim. Beni anlamışçasına dedi ki:
“Bakınız, işte bir örnek daha… Tabiat -denebilir ki- İstanbul’un kıyılarıyla bilerek, isteyerek oynamış, ona belli bir oranla dar bir alanda ne kadar oymalar girintiler, havuzlar körfezler, boğazlar yapmak mümkün ise yapmış, ne kadar fazla deniz vermek mümkün ise o kadar deniz bolluğuna boğmuş; sanki İstanbul istedikçe elini uzatsın, sulardan küme küme balık çıkarsın diye özenmiş… Hâlbuki lüferi kaça veriyorlar bilir misin?”
İkimiz de akla gelen sayının dehşetinden ürkmüşçesine sustuk. Uzaktan, balıkçının kaybolmaya başlayan sesi yineliyordu:
“Lüfeeer, taze lüferim var!..”
İkimiz de bunu dinler gibiydik. Sonra ihtiyar dostum iskemlesine oturdu ve ta ruhunun derin ve dolaşık yerlerinden gelip toparlanmış bir duygu hâlinde, “Deniyor musun bilmem?” dedi. “Ne güzel kutu balıkları var. Üstelik ne olursa olsun balık yemek ve tasarrufa uymak istersen, tavsiye ederim…”
Bu hikâyede sözü edilen yerli istikraz 7 Meşrutiyet’in ilk yıllarında çıkarılan istikraz-ı dâhilîdir. İhtiyar dost hesaplarında hayale kapılmış görünüyor. Sağır Osman Efendi’sini dinlemişse gene elleri böğründe kalmış demektir.
SAĞIR OSMAN
Epeyce uzun bir zamandan beri ihtiyar dostuma gidip görüşmek, konuşmak ihtiyacında idim. Ne vakit ortalıkta dönüp dolaşan olup biten hâllerin katıksız ve sağlam bir kokusu özetiyle yargılarımı güzel kokularla kokulandırmak istesem onunla söyleşmek için ona koşmak duygusunu duyarım.
Hemen her zaman onun evine, dağılmış, bunalmış düşüncelerle girer ve sonra onun bir şaka içinde gizlenen bir inceliğiyle, bir kahkaha arasına gömülmüş bir derinliğiyle beynimin yırtılan bulutları altında açık ve berrak bir gökyüzüyle oradan çıkarım. Bu, bence bir baygınlık sırasında biraz eter koklamak üzere girilen bir eczane çeşidindendir.
Bugün dostumu ya yeni açılmış sümbüllerinin renk renk kandillerine asılı kalmış ya da yazın açacak bir gelincik topluluğunun tomurcuklarının inceldiklerini anlamaya koyulmuş bulmak zehabında iken hiç alışkanlığı olmayan bir uğraş içinde çırpınıyor gördüm.
Daha tamamıyla yapraklanmamış bahçe çardağının altında bu oldukça serin nisan güneşinin ıslak ve kararsız dalgalarıyla ısınmaya çalışarak oturmuş; elinde bir kurşun kalem, önünde kâğıt, ayakları altında çıtırdayan kumların sesinden uyanmayarak yazıyordu. Yazıyor değil, sayılar döküyordu.
Onun sayılarla ilgilendiğini birinci kez olarak görüyordum. Ola ki beni gölgemden fark etti, eliyle işaret ederek “Otur!” dedi. Kurşun kaleminin ucunu çiğneyerek kafasının içinde çarpım cetvelinin isyancı bir anısını diriltmeye çabalıyordu.
“Bugün tuhaf bir uğraşınız var.” dedim. “Eğer gözlerimin bir aldatmasına kurban gitmiyorsam hesapla uğraşıyorsunuz!”
Bir gülümseme çıtlatacak kadar dudaklarından kurşun kalemini çekti ve yine bu fırsattan yararlanarak sordu:
“Yedi kere dokuz ne eder?”
Birden atıldım:
“Altmış iki!”
Kahkahasını rahatça salıverdi:
“Mümkün değil, zavallı çocuğum!” Ben hâlâ onun çocuğu sanını taşırım. “Yanılıyorsun.”
İhtiyar dost, gözlerinin sürekli genç kalan parıltılarında yaramaz bir anlamla ekledi:
“İki tekten bir çift çıkar ama toplam yapılınca, çarpma yapılınca tersine gene tek kalır…”
Hemen düzelttim:
“Evet, hakkınız var: Altmış üç… İyi ama beni de katılmaya çağırdığınız bu hesap işlemleri ne oluyor?”
Gözlerimi kâğıda atmıştım. Baştan başa sayılarla doluydu. Sonra kalabalıktan uzak tutulan bir köşeciğine de sanırım, yapılan çarpmaların, çıkarmaların sonucu yazılıyordu.
“Sen bizim Sağır Osman’ı sever misin?”
“Pek çok.”
Sağır Osman ihtiyar dostumun kendisinden daha yaşlı ve sanırım bu evde daha eski bir adamıydı ki hem aşçısı hem hizmetçisi hem bahçıvanı ve özellikle vekilharcıydı. Onun adı duygusallık zamanlarında Hacı Osman, öfke zamanlarında Sağır Osman’dı. Anlaşılan bugünün infial havası esiyordu.
“İşte onun için uğraşıyorum.” dedi. “Sen de bilirsin ya bu adamın bütün varlığı bu evin ekmeğinden başka bir şey değilken o bu evden herhâlde daha zengindir. Gerçi bu evden daha zengin olmak büyük bir anlam taşımaz; ama örneğin şimdi beni silkeleyip sarssalar üstümden bin kuruş zor dökülür. O bütün bu benim döküntülerimden oluşmuş bulunduğu hâlde…”
“Devenin silkintisi kediye yük olur.”
“Yararlı bir yük olsa yüreğim yanmaz. Biriktirir, biriktirir, çömleklere doldurup topraklara mı gömer, yün çoraplara tıkıp minderlere mi sokar, ne yapar bilmem! Sonra bir gün onları çıkarır, elinde bir kâğıtla gelir.
Bu ya bilinemez hangi bilinmeyen bir yabancı ülke kentinin piyango bileti ya da anlaşılamaz hangi bilinmeyen bir yerin maden tahvilidir. Gözlerinde bir umut ışığı parıldar. Ona şu kadar yüz binde bir ihtimalin binlerce liralık ikramiyelerini vadeden bir hayal göstermişlerdir ve o