Ахмет Мидхат

Jön Türk - Millî, İçtimai ve Siyasi Roman


Скачать книгу

giden kızlar hakkındaki bakışı pek fena! Birçok zevzeğin bilerek bilmeyerek Darülmuallimat talebelerinin serbestlikleri, açık saçıklıkları daha bilmem neleri neleri hakkında söyledikleri masallara Dilşinas Hanım tamamıyla gerçektir diye inanmış. Hiç kızını Darülmuallimat’a gönderir mi? Hatta harem dairesindeki kiracılara bile göndertir mi?

      Ahdiye’nin kütüphanesini hemen tamamıyla Muhammediyeler, Ahmediyeler, Battalgaziler filanlar teşkil ediyordu. Yeni romanlar oraya girmek şöyle dursun Âşık Garipler, Şah İsmailler, Keremler bile girmiyor. Vaktiyle bir kere Dilşinas Hanım bunlardan birisini okudukları zaman dinlemiş, âşık bilmem kimin rüyada aşk kadehinden içtiğini duyarak Türkçesinin de zayıflığından dolayı anlayamayıp kadınlardan izah istediği zaman “Rüyasında âşık olduğu kızı görmüş de can ve gönülden âşık olmuş.” cevabını aldığı zaman bu hikâyeler hakkındaki ilk husumetini peyda etmişti. Hikâyenin daha ilerilerinde âşık ile maşukun sazlarla müşaare ettiklerini3 görüp işittiği zaman kendisi bile dinlemeye tahammül edememişti. Bunları kızına nasıl okutsun? Kocakarı masallarında böyle aşka, muhabbete dair olan bahisler bile Dilşinas’ı rahatsız ediyordu. Ahdiye’nin kütüphanesindeki kitaplar arasında okutup dinlemekten validesinin en ziyade lezzet aldığı kitap Eyüp Sabri Paşa merhumun Mahmudü’s-Siyer adlı kitabı idi. Hazret-i Resul-i Ekrem’in siyer-i şerifesine dair olan bu kitabı Ahdiye’ye birkaç defa okutmuş ve birçok yerini de ağlayarak dinlemiştir.

      İlk mektepten çıktıktan sonra pek de uzak olmayan komşulardan Hoca Abdüllatif Efendi namında bir zat bulundu. Zaten büyük bir mektebin Arapça ve Farsça muallimi olan bu ihtiyar adam ziyadesiyle de güzel ahlak sahibi olduğundan epeyce hatırı sayılır bir ücret karşılığında haftada üç gün iki kıza ders vermeye tayin edildi. Belirlenen gecelerde gelir, başları örtülü olan çocuklara Arapçadan ve Farsçadan birer ders verirdi. İşte Ahdiye’nin lisanca olduğu gibi fikirce de gelişmesini sağlayan ders ve öğrenim bu olmuştur.

      Validesinin başvurduğu engellemelerin Ahdiye’yi yeni eserler okumaktan kesin olarak mahrum bıraktığını zanneder misiniz? Ahdiye fıtraten zeki bir kızdır. Hem de bir “içli kız”dır. Arkadaşı Remziye, zekâda kendi derecesinde değil ise de cüret ve cesarette kendisinden bile üstündür. Özellikle ki Remziye, Ahdiye kadar baskı altında olmadığından yeni eserleri birer birer edinmekten nefsini mahrum etmiyor. Bu yeni yeni eserlerin akla, imkâna muvafık olan hikâyelerini dinlemekten ailesi dahi lezzet alıyor. Ahdiye bu lezzete iştirak ediyor ama kendilerinin oturdukları selamlık dairesinde değil. Oraya bu yolda eserlerin girmesi katiyen yasak. Kiracıların oturdukları harem dairesinde okuyor. Dilşinas Hanım’dan bu işi gizli tutuyorlar. O kadar gizli ki bazen komşuları yanına geldiği zaman o kitapları görmüyor bile.

      Bu hâlde validesi tarafından konulmak istenen yasağın, Ahdiye hakkında pek hayırlı olmuş bulunduğuna şüphe etmezsiniz. Yalnız Remziye’nin nail olduğu müsaade dâhilinde yetişmiş olsa idi Müslümanlığa dair olan terbiyeden mahrum kalarak sırf yeni fikirler içinde yetişmiş olurdu. Yeni fikirler içinde! Anlıyor musunuz? Bunu pek iyi anlamanızı arzu ediyoruz. O yeni fikirlerin en aşağı dereceleri bile bazı müşkülpesentleri hakkıyla düşündürmektedir. Hâlbuki yeni fikirlerin yüksek dereceleri o kadar müthiştir ki o derecelere varanlara “Müslüman” demek yalnız “Müslüman’ım” diye ikrarlarından dolayı mümkün olabilip tasdikleri araştırılacak olursa hiç de mümkün olamayacağı görülür. “Allah korusun Hristiyanlaşmışlar!” mı diyeceğiz?.. O yeni fikirlerde Hristiyanlık dahi yoktur. Fikirleri o dereceye kadar genişleyince Hristiyanlık dahi kalmaz. Bunlara “Avrupalı” demek belki caiz olabilecek ise de sözün doğrusunu söyleyelim ki fikrî gelişmenin o derecesi, Avrupa’da güzel ahlak gayretinde bulunanlar nezdinde de hoş karşılanmamaktadır. Hikâyemizin ilerilerinde bunlardan da bir numuneyi görerek şurada hâllerini tasvir ettiğimiz Ahdiye ile farklarını karşılaştırabileceğiz. Bizim Ahdiye, yeniyi, eskiyi meczederek hakikaten mükemmel bir talim ve terbiye dâhilinde yetişmiş bir kız oluyordu. El hüneri olarak biçip dikmek ve nakış ve dantel yapmak derecelerini buldu. Yalnız müzikten bütünüyle mahrum kaldı. İnatçı Çerkez yanında müziğin şeytan sesi olduğu itikadı öyle yerleşmiş ki kerpetenler ile söküp çıkarmak mümkün değil.

***

      İşte 1897 senesinde Keşkekçilerbaşı’ndaki konak yavrusu hanede vukuya geldiğini hikâyeye başladığımız düğün bu Dilşinas Hanım’ın kızı yani bu Ahdiye Hanım’ın düğünüdür.

      “Kime veriliyor?” mu diyeceksiniz?

      Hikâyenin bu ciheti şu kısmımızdan başka kısımlara aittir. Yeri gelmeden bir bahsi diğerine katmak hikâyenin tadını kaçırır. Zaten düğün esnasında şunun bunun ağzından buna dair bazı sözler işiteceğiz.

      Bir çarşamba akşamını bir perşembe sabahına ulaştıran gece Ahdiye Hanım’ın kına gecesi oldu. Hariçten çalgı getirmek, hele çengi oynatmak gibi şeyler Dilşinas Hanım’ın hanesine sığar mı?

      Çalgısız çağanasız düğün de olmaz. Artık Dilşinas’ın itirazlarına bakılmayarak bir kibar komşudan güzel bir piyano getirildi. Yine komşu hanımların utları, kemanları, yalnız birisinin mandolini ve birkaçının tefleri saz takımını teşkil etti. Dilşinas Hanım böyle bir sevinç gününde para sarf edemeyecek kadar fakir değil. Ahdiye’nin yetimliği, çocukluğu müddetinde ailenin asıl serveti eksilmek şöyle dursun Dilşinas’ın iktisat ve tasarrufu neticesiyle arttıkça artmış bile. Bunun üzerine kına gecesi için uzaklardan davet edilmiş olan hanımlara yemekler verildi. Geceye mahsus olacak meyve tepsileri pek mükellef ve mükemmel surette hazırlandı. Şerbetlere, şekerlemelere, pastalara, dondurmalara varıncaya kadar her şey düşünüldü. Yatsı namazını kılacak olanlar kıldıktan sonra fasla başlandı. Her biri bir başka ustadan meşk etmiş bulunan ve hemen hiçbirisi tarafından müzik usulüne riayet vazifesi düşünülmemiş olan hanımlar beş altı saz birden fasıl ettikleri zaman müzikte istenilen birlik ve duraklamalardaki düzen hususunda büyük kusurlar ediyorlar idiyse de müziğin inceliklerine vâkıf hanımların azlığı hasebiyle işbu usulsüzlüğün kimse farkında olmuyordu. Piyanonun diyapazonları ile sazların diyapazonları arasında akort hasıl edebilmek bu hanımların işi olabilir mi? Bu hâlde ince sazların piyanoya refakat edebilmeleri ihtimalin haricine çıktı. Piyanistler sırayla ayrı çalıyorlar. Bazılarının ustaları, parmakları bozulmasın diye!.. Alaturka hiçbir şey öğretmemişler. Alafranga marşlar, polkalar, valslar çalıyorlar. Hatta bazı ustaları opera ve operetlerin en kolay parçalarını da çalabiliyorlar. Ama usul denilen şey alafrangada da var. Buna ne kadar riayet ettiklerini ve falsolarının azlığını çokluğunu kim fark edecek? Mevcut hanımların hemen hepsi nezdinde alafranga müzik, bir gürültüden ibaret olmak üzere telakki ediliyor.

      Bazı taze kızlar ve hemen kızlar kadar taze kadınlar dans hevesini gösterdiler. Dilşinas Hanım’ın itirazlarına artık kim bakar? Bizim eski alaturka danslarımız, hanımlar nezdinde dahi utanmaya layık görülmeye başlandı ise de alafranga danslar gereği gibi moda hükmünü almışlardır. Hele polkalar epeyce umumileştiler. Lakin piyanistlerden bazılarının çaldıkları polka havalarına dansçı hanımlar ayak uyduramamaya başladılar. Kabahatin çalanlarda mı oynayanlarda mı olduğuna dair ortaya çıkan tartışmayı çaldığı polkanın tempolarını doğru çalabilen bir iki hanım halledebildiler. Bunlar çaldıkları zaman oynayanlar âdeta gereği gibi doğru oynuyorlardı.

      Gece ilerledikçe alaturka dans etmek hevesleri de arttı. Oynamaları rica olunan hanımlar ziyadesiyle nazlandılar ise de bazı yaşlıca hanımlar tarafından da teşvike mazhar olunca mahcubiyeti bir tarafa attılar. Bu defa dahi alaturka müziğin usulündeki itinasızlık bunların dansına mâni oluyordu. Yörük semai usulüyle dansa alışmış olan hanımlar aksak usulüyle dans edemiyorlar. Zaten sazlar da bu usulün hakkını