değil hiçbir şey çıtlatmadı. Bir kadının sır saklama hususunda bu kadar sebat edebilmesi mümkün müdür? Kadın kısmının ağzında bakla ıslanmayacağını pek iyi bilen diğer muhatap hanımlar bilgiç hanımın bu ısrarını görünce zahiren bir şey diyemediler ise de içlerinden bu hanımın âdeta bilgiçlik tasladığı, yani yalancıktan bir balgam attığına hükmederek konuşmalarını yavaş yavaş sükûta vardırdılar.
Doğuşu ve batışı ile perşembe gününün hududunu tayin edecek güneş epeyce bir vakitten beri doğmuştu. Perşembe günü, Ahdiye’nin yüz yazısı günü gelmişti. Kına gecesi meşgalesiyle geç uyumuş olan düğün halkı pek erken kalkabilirler mi? En gayretlilerinden birkaç hanım kalktılar. Diğer birkaçını daha kaldırmaya lüzum ve mecburiyet gördüler. Zira gelinin tuvaleti icra olunacak.
Büyücek bir oda usulünce kahve odası tutulmuştu. Uykudan kalkanlar birer ikişer bu odaya geliyorlardı. Biraz sonra odada hayli cemaat peyda oldu. Gelenlere takdim olunacak şey yalnız kahveden ibaret değildi. Çay, tereyağı, birkaç türlü peynir, zeytin, süt, birkaç türlü reçel hep şu sabah kahvesi genel adı altında anılan hazırlığın tamamlayıcı unsurlarındandı. Hanımların medeni mertebelerine göre her biri istediği şeyi ya emredip getirtiyor yahut kendisi alıp yiyordu.
Sabahın ilk sohbetlerini teşkil eden sözlerin geceki kına gecesi eğlencelerinin olması tabiidir. Şöyle eğlenildiğine böyle eğlenildiğine dair sözler ki müziklere, danslara dair eleştirilere kadar da varılıyor. Bazı hanımlar gerek müziğin ve gerek dansın alaturkasını ve diğer bazıları ise alafrangasını sevdiklerinden bahsediyorlar. Birisini sevenler, diğerini hiç sevmiyorlar, yeriyorlar. Ama sözün doğrusu hanımların çoğu ne sevdiklerini bilerek seviyorlar ne sevmediklerini bilerek sevmiyorlar. Yalnız bir iki tanesi vardı ki sevdiğini ve sevmediğini bilerek seviyor veyahut sevmiyor. Şu kadar ki müzik ve dansın gerek alaturkasını ve gerek alafrangasını sevmek veyahut sevmemek için her şeyden önce bunların hakkıyla icrasına lüzum gösteriyorlar ki asıl en doğru sözün bu söz olduğuna şüphe edilemez. Öyle değil mi ya? Bir şey alaturka olsun alafranga olsun fena icra olunduğu hâlde elbette sevilmez. İyi icra olunduğu hâlde elbette sevilir. Gariptir ki sevmek hususunda reylerin çoğunu kazananlar ise kantolar oluyorlar. Kantoları sevmeyen hemen hiç yok. Sevdiklerinin sebeplerinden bahsetmiyorlar ise de kadın ve erkek okuyucularımız pekâlâ anlarlar ki alafranga taraftarı olanlar bunları alafrangaya benzeterek sevdikleri gibi alaturka taraftarı olanlar dahi bunları alaturkaya benzeterek seviyorlar. İşin aslı bunlar ne alafrangadırlar ne de alaturka!.. Müziklerdir vesselam!.. Şen müziklerdir, kolay müziklerdir. Bu şenlikleriyle, bu kolaylıklarıyla elbette hoşa giderler. Ağır ve güç müzikleri beğenip hoşlanmak kudret ve istidadı herkeste bulunabilir mi? Müzik dahi edebiyat gibidir, edebiyatın mizah kısmı pek kolay, pek şen olduğundan herkes anlar, herkes beğenir. Fakat iş yüksek edebiyata gelince!.. Anlayanların adedi azala azala acizane hiç de beğenilecek şeylerden sayılmaz.
Kahve odasında sabah kahvesi sohbeti şu surette başlayıp bir hayli devam dahi ettikten sonra sohbet âdeta bir müzakere suretine dönüşmeye başladı. Gelini kim giydirecek? Hanımlardan birisi “Keşke bir kadın terzi getirseydik.” diyecek olduysa da diğer hanımlar ve özellikle en şık hanımlar “A canım! Kadın terzi elbise dikmesini bilir. Ama giydirmesini bilir mi? Fakir kadınlar, kızlar kendileri ne zaman, ne giymişler ki giyinmesini bilsinler? Provalarda bin türlü kusurlarını bularak uzun uzadıya tariflerle düzelttirmeyecek olsak elbisemizi dikemeyecekler de. Gelini giydirmek bizim işimiz!” diye bu temenniyi reddettiler. Hem de hakkıyla reddettiler. Avrupa’da dahi en büyük kadın terziler bile “elegante” bir madam kadar giyinmesini bilmezler. Giyinmek hüneri asıl tiyatro artistlerinde bulunur ise de bunlara dahi giyinme dersi verecek madamlar hiç de nadir değildir. Hele bizim burada görüşleri dinlenmeye değer olacak kadın terzilerimiz yok hükmündedirler. Buna karşılık giyinmesini pekâlâ bilen hanımlarımızın miktarı çok ve hem de pek çok olduğundan Ahdiye’yi giydirmek için kadın terziye ihtiyaç göstermeyen hanımların şu davaları kendini beğenmişliğe yorulamaz.
Tazelerden, şıklardan beş altı hanım, gelin giydirmeye ayrıldıkları sırada epeyce yaşlılardan iki üç hanım da çeyiz sergisini düzeltmeye ayrılmışlardı. Gerçi daha pazartesi ve salı günleri Dilşinas Hanım birkaç ahbabına danışıp yardım alarak gelin odasını, yatak odasını tanzim etmiş ve gecelik takımını şuraya ve paçalık takımını buraya, hasılı her şeyi yerli yerine koymuş ve koydurmuş idiyse de görgüleri kendisinden ve danıştıklarından daha pek çok ziyade olan o iki üç hanım bunlarda bir hayli kusur bulduklarından ve buldukları kusurları diğer zevkli hanımlara da tasdik ettirdiklerinden çeyiz sergisinde şöyle bir düzeltmeye gerçekten lüzum olduğuna âdeta oy birliğiyle hükmolunmuştu. İşte bu iki üç hanım çeyiz yerleştirilmesini düzeltmeye gittikten sonra gelin giydirmeye seçilen hanımlar dahi yerlerinden davrandılar.
Çeyiz yerleştirmek kolay ama gelin giydirmek o kadar kolay mı ya? Bu iş hemen hemen güzel sanatlardan sayılır. Hele ince zevk denilen hakem dahi buna karışır ki güzel sanatlardan sayılan müşkülatı bu ince zevk meselesi tamamıyla arttırır. Özellikle de iş yalnız bir iki görüşe bırakılmayıp da altı yedi görüş işe karışacak olurlarsa müşkülat daha başka bir suret kazanır. Her görüş maksada uygun olabilir mi? Farklı görüşlerden yalnız birisi maksada uygun olmak ve diğerleri maksada aykırı kısmında kalmak tabii hâllerdendir. Fakat görüşünde isabet görülmeyen hanımların görüşleri nasıl reddedilecek? Birisini bile darıltmak kadın nezaketine sığmaz.
İşte biçare Ahdiye bu farklı görüşler içine kendisini kaptı koyuverdi. Sanki bir manken imiş de kendisinin ağzı dili yokmuş!.. Kendisini giydirecek olanlar ne derlerse uymaya mecbur imiş gibi tam bir teslimiyet!..
Zaman her şeyi değiştirdiği ve dönüştürdüğü gibi şu gelin giydirmek meselesini dahi o kadar değiştirmiştir ki büyükbabalarımızın valideleri veyahut kaynanaları bugün gelip de gelin giydirilmesini görecek olsalar başka bir milletten gelin giydiriyorlar zannına düşerler. Bir zaman gelinlerin yüzlerini yazarlardı. “Yüz yazısı” namıyla bu işlerin bugün ismi kalmış ise de cismi bütünüyle ortadan kalkmış değildir. İstanbul’a pek yakın yerlerde, mesela Çanakkale gibi İstanbul’un bir mahallesi kadar olan yerlerde bile hâlâ gelinlerin yüzlerini yazarlar.
Bu “yüz yazma”nın ne olduğunu bilir misiniz? Bilmez iseniz dahi tekdir olunmazsınız. Taşralıların hâllerine vâkıf olanlar bilirler. Efendim! Evvela gelinin yüzünü yolarlar. Ne o? Şaşırdınız ha? Siz şaşıradurunuz, biz hikâyeye devam edelim. Evet! Evvela gelinin yüzünü yolarlar. Hani ya şu deri üzerinde ayva tüyleri yok mu? Hani ya cildin en güzel süsü ki ışığa karşı peyda ettiği vaziyetler ile her kıl üzerinde hemen mikroskobik denecek kadar hafif rengârenk gölgeler oluşturan ince tüyler! İşte onları yolarlar. Bunun için şeker veyahut pekmezi kestirip akide şekerinin mayası demek olan ağdayı vücuda getirirler. Sonra bu ağdayı yüzün derisi üzerine yapıştırıp kılları güzelce sarsın diye biraz zaman terk olunduktan sonra bir ucundan çekip çatır çatır koparırlar. Bunun ne acı veren bir iş olduğunu, o acıyı çekmiş olanlardan başka kimse bilemez. Ağda yüzden koparıldığı zaman o güzelim ayva tüyleri, ağdaya yapışmış olarak koparılan kökleri ağda üzerinde ayan beyan görülürler. Gerdandan baş saçları hizalarına kadar yüzün her tarafına birçok defalar bu belalı sakız yapıştırıla yapıştırıla yüz tamamıyla yolunduktan sonra derisi tıpkı tefler üzerine gerilmiş kursaklar gibi parıl parıl parlar.
İşte yüz bu suretle yolunduktan sonra üzerine bir kat beyaz düzgün ve onun üzerine de bir kat koyu zamk sürerler. Hani ya şu kâğıt yapıştırmak için eritilip sıvı hâline konulmuş olan zamklar yok mu? İşte öyle bir sıvıyı gelinin yüzüne sürerler. Sonra gayet ince kırkılmış gümüş veyahut altın gelin telleri ve