Ахмет Мидхат

Jön Türk - Millî, İçtimai ve Siyasi Roman


Скачать книгу

dahi yayıldı. Yalnız “Damat bey henüz gelmedi!”den de ibaret değil; “Galiba hiç gelmeyecekmiş!” suretini de geçerek birkaç dakika zarfında “Düğün bozulacakmış!” derecelerine kadar da vardı.

      Bu sözlerin biçare Dilşinas Hanım’ın kulağına ulaşmaması mümkün müdür? Gürül gürül ikindi ezanları okunmaya başladığı hâlde damadın henüz gözükmemesine başka bir anlam vermek için hiçbir yol bulunamıyordu. Damadın kız kardeşi olup düğünde hazır bulunan Zeliha Hanım’ın yanına sokularak “Hanım kardeş! Siz bu hâllere ne mana verirsiniz?” diye sordu ise de Zeliha Hanım’ı kendisinden daha ziyade müteessir buldu. Onun hayreti kendi hayretini de geçiyor. Öğle vaktinde mutlaka koltuk merasiminde hazır bulunmak kararında olduğundan başka bir haber veremiyor. Nurullah Bey’in evine bir adam gönderildi. İki kilometre kadar uzak bulunan evden bir cevap alabilmek için hiç olmazsa yarım saat beklemek lazım geliyordu. Yarım saat! Böyle bir hengâmede ne uzun zamandır. Velev ki Nurullah Bey’in evi daha yakın olsun. Evin hanımı işte burada, düğün evinde. Nurullah’ın bir de babası var ama şu saatte onun da evinde bulunacağına hiç ihtimal verilemez. Fakat ahval gittikçe başkalaşıyor. Zira kadınlar arasında bir kaynaşma başlangıcı görülmeye başladı. Üç beş yüz kadının toplanmış oldukları bir düğün evinde yüz kadarının olsun terbiyesizlerden olacağı ve bunlar içinde beş on tanesinin dahi edepsizlerden bulunacağı tahmini güç şeylerden değildir. Bu edepsizlerden en cüretli olan birisi Dilşinas Hanım’a hitaben “Hanımefendi! Hanımefendi! Düğün var, yüz yazısı var diye memleketi başınıza topladınız ama hani ya damadınız nerede?” deyince bu cüret diğer edepsizlere ve onlardan dahi terbiyesizlere intikal ederek her ağızdan bir söz çıkmaya başladı. Gerçekten hiçbir koltuk merasiminin ikindiden sonraya kadar gecikmesi görülmemiş, işitilmemiş bulunduğundan hoşnutsuzluk yayıldıkça yayılıyordu. Biçare Dilşinas Hanım’ı hiç sormayınız. Utancından, kahrından yerler yarılsa yerlere geçecek. Sözü geçen bilgiç hanım ise muvaffakiyet ve galibiyet tavrını artırdıkça arttırıyor, “Meğer işittiklerim hep gerçek imişler. Bu düğün bozuldu efendim bozuldu. Zaten derme çatma bir şey olduğundan Ahdiye Hanım’ın talih ışığı bir ‘püf’ ile söndü gitti!” diyor. Ve bu sözü artık yalnız kendi iki arkadaşına değil, dinlemek isteyenlerin hepsine hitap edercesine söylüyor.

***

      Saat ona yaklaştı. Nurullah Bey’in evine gönderilmiş olan adam geldi ise de sadra şifa verecek bir haber getiremedi. Küçük bey sabahleyin evinden çıkmış, hamama falan gidecekmiş, babası olan büyük bey dahi ikindiüstü evinden çıkmış, akşam güveyi sofrasına gelecek ve namazında hazır bulunacakmış. Evinde bundan başka haber yok.

      Uzak yerlerden gelmiş olan hanımlar ikişer üçer çarşaflarını, carlarını7 istemeye ve hanelerine dönme arzusunu göstermeye başladılar. Artık çenelerini bıçaklar açamamakta olan Dilşinas biçaresi bunlara “Ne acele ediyorsunuz hanımlar; elbette nerede ise gelir çıkar.” diyebilmek için olanca cüretiyle kendini zorluyor ise de ağzından çıkan sözler işitilip anlaşılabilecek bir surette çıkamıyorlar. İşitilse anlaşılsa bile ne fayda? Saat on bire geliyor, ikişer üçer derken beşer altışar, hatta sekizer onar hanım kafileleri gitmeye başladılar. Zavallı Ahdiye neye uğradığını bilemiyor. Bu büyük belanın dehşet derecesini tayine bile güç yetiremiyor. Arkadaşı Remziye’nin elini tuttu. O dost elini buz gibi soğuk buldu. Sanki biçare Remziye’nin damarlarında kanı kurumuş. Hâlbuki Remziye, Ahdiye’nin elini ateş gibi sıcak bulmuştu. Öyle olacak ya! Şiddetli sıtma gibi bir hâl kızcağızı istila etmiş. Başı ateşler içinde! “Remziyeciğim bu hâl ne hâl?” suallerine Remziye bir cevap bulabilmekten aciz. O dahi bu hâlin ne hâl olduğunu soracak bir adam arıyor.

      Konak bir yandan boşalıyor. O terbiyesiz ve edepsiz takımı boşalıp gitseler cana minnet fakat onlar giderler mi? Onlara seyir lazım. Dram veyahut komedya olduğunu fark ve ayırt etmeye yanaşmak bile şanlarından olmayan bu sefiller ve reziller güruhu şu işin sonunun nereye varacağını görmek için ısrarla bekliyorlar. Asıl kibar ve haysiyet sahibi olanlar gidiyorlar. Hem de ciğerleri kan içinde gidiyorlar. Gerek geline ve gerek validesine ne yolda taziye beyan edeceklerini bilemeyerek gidiyorlar. Hatta taziye lazım mı? Onu da kestiremiyorlar. İşin içinde bir büyük sır var ama ne olduğunu, ne olabileceğini bir türlü anlayamıyorlar.

      Misafirlerin muteberleri tamamen gittiler. Ev içinde sözü geçen sefillerden ve rezillerden başka kimseler kalmadı. Hoca Abdullah Efendi’nin eşi Zehra Hanım bunlara “Hanımlar haydi siz de gidiniz. Görüyorsunuz ya? Düğünümüz, derneğimiz bozuldu. Saat on biri geçiyor.” diye sesleniyor ama biçare Dilşinas ile ondan daha biçare olan kızcağızı Ahdiye’nin gözlerinden bela yağmuru gibi yaşlar boşaltan bu acı sözler; o sokak karıları nezdinde alay gülüşlerinden başka hiçbir tesir meydana getirmiyor. Hatta Zehra Hanım’ı reddederek ve tahkir ederek “Hanım hanım! Hem suçlu hem güçlü derler ise o da sizsiniz, geline bakalım diye işimizi, gücümüzü bırakıp geldik. Şimdi de bizi kovuyorsunuz ha!” yollu başladıkları tekdiri bitirmek bilmiyorlar. Nihayet kapıdaki polis, jandarma ve bekçiyi içeriye alarak bu sefilleri zorla gibi surette çıkarmaya ve kovmaya mecburiyet elverdi. Aman ya Rab! Bunların çıkarken ettikleri edepsizlikleri görmeli ve söyledikleri edepsizce sözleri işitmeli idi!.. Hayır hayır! Ne bu hâller görülecek hâllerdendir ne de bu sözler işitilecek sözlerdendir.

      Akşam ezanına yakın bir zamanda idi ki polis efendi “Öyle ise biz de gidelim!”den ibaret bir haber gönderdi. Öyle ise!..

      Aman ya Rab ne mühim söz! Yani düğün dernek berbat oldu ise!..

      Öyle ya bari onlar dahi gitsinler, hatta Dilşinas Hanım bunlar için hazırladığı ipekli mendilleri gönderdi ki polis efendi için iki, jandarma için bir ve mahalle bekçisi için dahi yarım lira bu mendillerin birer ucuna bağlanmış idi.

      Onlar dahi gittikten sonra hanenin içi hemen hemen her zamanki hâline dönmüş oldu. Yalnız aşçılar ile sofracılar her zamanki hâle katılmış sayılırlar ise de bunlar alt katta bulunduklarından üst kat ahalisi ana kız Dilşinas, Ahdiye ve görümce Zeliha ile kiracılardan ibaret kaldı.

      Bir çeyrek saat kadar bir zaman geçti ki bunların güya hepsi dilsiz imişler gibi hiçbirisinin ağzından bir kelime çıkmıyordu. Ezandan sonra damat Nurullah Bey’in babası Kâşif Efendi kendi dostlarından iki zat ile güvey yemeğinde bulunmak için selamlık tarafına geldiler. Ayvaz bunları karşılayıp kendilerine mahsus odaya soktu. Geldikleri haberi Dilşinas Hanım’a ulaşınca biçare kadıncağız Zeliha Hanım’ı da elinden tutup çıldırmış gibi koştu ve aralık edilen kapıdan “Aman Kâşif Efendi Hazretleri başımıza gelen bu hâl nedir?” sualini derecesi pek kolay tahmin olunabilecek bir telaş ile sordu. Hâlbuki Kâşif Efendi, hanım gelinceye kadar olanı biteni ayvazdan öğrenmiş ve o da hanımdan beş beter bir hâle girmişti. Dedi ki:

      “Vallahi kardeş hanımefendi ne diyeyim? Ne diyeceğimi ben de bilemiyorum, bizi bir felaket vurdu. Ama nasıl bir silleye uğradığımızı vallahülazim bilemiyorum.”

      “Mahdum bey, evinizden bugün saat kaçta çıktı?”

      “Tahminen saat dörtte.”

      “Çıkarken gördünüz mü?”

      “Evet! Her gün alışkanlığı olduğu gibi bugün dahi elimi öperek çıktı.”

      “Hâl ve şanında bu işten pişman olduğuna dair bir alamet görebildiniz mi?”

      “Hayır efendim, hayır! Allah göstermesin. Pek şen, pek hevesli idi. Güveyi sofrasında ve namazında mutlaka hazır bulunmamı tekrar tekrar ellerimi öperek rica etti. Asıl bugün ve bu akşam hayır dualarıma muhtaç olduğunu bildirdi. Ben oğlumdan eminim hanımefendi kardeşçiğim. Bir felaket isabet etti.”

      “Ne