Ахмет Мидхат

Jön Türk - Millî, İçtimai ve Siyasi Roman


Скачать книгу

için vaktin darlığıyla beraber odalarında birer birer tuvaletlerini icradan sonra hanımlar ortaya çıkmaya başladıkları zaman konağın güzelliği bir kat daha arttı. Kına gecesi esnasında ve sabah kahvesi hengâmesinde görülen hanımlar şimdi sanki bambaşka biri olmuşlardı. Orta yaşlılar süsleriyle âdeta gençleşmişler. Ya gençler? Artık onlar tamamıyla can ve cihan afeti şeyler olmuşlar. Her birinin elbisesi vücudunun güzel kısmına yapışmak ve etekleri en güzel dalgalar teşkiliyle sürünmek için ne kadar ihtimama muhtaç iseler o kadar ihtimam ile yapılmışlar. Bunların bazıları onurlu şefkat nişanının birinci rütbesini haiz ve hamil olarak büyük kordonların teşkil ettikleri hamail o fidan boylara fazla bir güzellik bahşediyorlar. Şefkat nişanının ikinci, üçüncü derecesine haiz olanların da yalnız büyük kordonu eksik. Zira süslenmek için hepsinin hamil oldukları elmaslar, miktarca birbirinden pek az farklı. İhtimal kıymetçe farkları pek büyük olsun. Fakat baş, gerdan, göğüs, kol ve parmak takımlarının miktarınca âdeta hiçbirisinin noksanı yok. İhtimal bazılarının takıları kendi malları olmayıp da emanet olsunlar. Bakanlar için bunda bir sakınca yok. Bakan, herkesin kendi malı ile emanet mallar arasındaki farkı aramak ile mi meşgul olacak? Hayran hayran bakmak için hepsi eşittir. Öyle değil mi?

      Süslü hanımlar meydana çıktıkları zaman salon ve sofalar öyle bir hâle girdiler ki, bu gün şu evde sanki bir gelin değil kırk gelin var olduğuna şüphe edilmezdi. Gerçi Ahdiye Hanım, başındaki tacı ile gelin odasında henüz oturtulmamış olduğu tahtı ile aynıyla bir kraliçe hâlini kazanmış idiyse de diğer süslü hanımların bu gelinden eksikleri ne? Zülüflerindeki birkaç altın tel ile elbisesini süsleyen limon çiçeklerinden ibaret! Zira taç diğerlerinin başlarında da var. Diğerlerinde nişan kordonları var ki onlar da gelinde yok. Hem güzelden anlayan gözler için gelinden ziyade bu hanımları seyretmekten lezzet almak muhakkaklardandır. Bir öksüzü gelin etmişler. Gerçekten kraliçeler gibi, imparatoriçeler gibi giydirmişler ama çocukluk hâli, gelinlik mahcubiyeti ile bu kraliçe tacının ağırlığı altında ezilip gidiyor. Öteki hanımlar ise bu çocukluktan çoktan kurtulmuşlar. Tuvaletlerini kendilerine ve kendilerini tuvaletlerine alıştırmışlar. Her biri kadın cesaretinin hangi derecesine kadar varmaya müsait ise varmış. Yüzüne bakacak olanlara mukabil utanarak gözlerini yere dikmek mahcupça mecburiyetini çoktan unutmuşlar. Bilakis meydan okurcasına galipçe bir nazara alışmışlar. Bunlar kadın! Gelin ise çocuk!

***

      İşte her hazırlık tamamlanarak evin içi böyle hurilerle dopdolu cennet misali olduğu sırada “Hanımlar yol veriniz. Kuşak bağlanacak!” diye bir ses peyda oldu. Kuşak mı bağlanacak? Zavallı öksüzün babası yok. Amca, dayı gibi başka bir velisi de yok. Kuşağı kim bağlayacak? Herkes bunu düşünürken soygun kadınlardan5 birisinin delaletiyle bir efendi büyük salona doğru yürümeye başladı. Gençliğinde uzun boylu bir adam olduğu, şimdi ihtiyarlıktan beli bükülmüş olduğu hâlde böyle yine orta boylu adamlardan daha yüksek görülmesiyle çıkarılıyor. Beli bükülmüş olması ise arkasında olan yeni latanın6 art eteği diz uyluklarına doğru yükselmiş olduğu hâlde ön etekleri yerlere sürünmek derecesinde uzanmış olmasından anlaşılıyor. Yüzü yerde bir adam olduğundan yüzünü herkes layıkıyla göremiyor ise de süt gibi bir beyaz sakal, latanın siyah rengi üzerinde daha büyük bir letafetle bakışları çekiyor. Yüzünü görebilen bazı hanımlar ise bu latif ihtiyarın pembe rengine ve yüz azalarının tenasübüne hayran oluyorlar.

      Tanımadınız mı? Abdüllatif Efendi! Ahdiye Hanım’ın hocası Abdüllatif Efendi! Kuşak bağlamak merasimini yerine getirecek bir akraba bulunmaz ise ne yapılır? Vaz mı geçilir? Yok! İşte buna Dilşinas Hanım mümkün değil razı olamaz. Dünyada bir tek ciğerparesini bu şereften mahrum bırakamaz.

      Ahdiye zaten baba görmemiş, baba muhabbeti tatmamış olduğundan baba yerine koyarak kız evladıymışçasına bir muhabbetle sevdiği hocasının kuşak bağlama merasimini icra etmesi için validesine rica ettiği zaman Dilşinas Hanım bu ricanın tekrarına meydan bırakmadı. Ricayı hemen muallim efendiye nakledip tebliğ etti. Çoraplarından abani sarığına varıncaya kadar mükemmel bir bohçalık ile bu ricayı teyit etti. İşte Hoca Abdüllatif Efendi dahi hakikaten babaca bir hisle kendisine yüklenen vazifeyi ifaya geldi.

      Dilşinas Hanım, Hoca Abdüllatif Efendi’yi usul gereği başörtüsü ile salon kapısında karşılayarak kapıya karşı olan kenar üzerinde gelin için hazırlanmış olan tahta doğru götürdü. Bu taht mor çuha kaplı güzel bir set üzerine konulmuş ufak bir kanepeden ibarettir ki üzerine hafif bir askı asılmış ve iki tarafına iki büyük ve güzel vazo içine gayet latif ve tabii birer limon ağacı yerleştirilmiştir. Ama bu limon ağaçlarıyla tahtın kabasını teşkil eden askı birbirine o kadar güzel uymuş, o kadar güzel bir uyum peyda etmiştir ki hiçbir şey beğenmek şanından olmayan en müşkülpesent hanımlar bile hiçbir yerde böyle sadelik içinde bu kadar güzel bir gelin tahtı görmediklerini itiraf etmişlerdir.

      Abdüllatif Efendi, Dilşinas Hanım’ın kendisini bu taht üzerine oturtmak azmini görünce büyük bir tereddüt gösterdi ise de Dilşinas Hanım “Kızım Ahd… Şey, Fatma’ya öksüzlüğünü hatırlatmamak istiyorsanız henüz hiçbir kimsenin oturmamış olduğu şu kanepeye oturmalısınız. Yoksa hepimizi çok hüzünlendirip üzersiniz.” deyince ve zaten hanımın yüzüne baktığı zaman… Hani ya şu sesinin titremesinden şüphelenerek “Neden sesi böyle çatal çatal çıkıyor?” diye yüzüne baktığı zaman göz pınarlarında birikmiş olan iki elmas parçası gözyaşının solgun yanakları üstüne doğru aktığını da görünce ricayı tekrar ettirmeksizin kanepe üzerine oturdu. Zavallı Dilşinas! Zavallı Dilşinas! Bugünkü günde, bir babanın mukaddes vazifesi olan şu kuşak bağlama merasimini kocasının, sevgili hayat ortağının yerine başka birisinin ifa etmekte olduğunu görür de müteessir olmaz mı? Abdüllatif Efendi’den daha yakın bir kimse yok ya! Velev ki kocasının kardeşi olsun, bugün şu makamda her kim olsa kocasının yokluğunu hatırlatmakla biçare Dilşinas’ı mutlaka ağlatacaktır. Ama bu acı keder yalnız Dilşinas’tadır. Ondan başka kimsede yoktur. Hatta Fatma Ahdiye Hanım’da bile yoktur. Baba görmemiş, babanın ne olduğunu bilmez ki müteessir olsun.

      Abdüllatif Efendi’nin gelin tahtına oturması üzerinden iki üç dakika ancak geçmişti ki salon kapısından Ahdiye Hanım sağ tarafında yoldaşı ve ders arkadaşı Remziye Hanım olduğu ve sol tarafında da Hoca Abdüllatif Efendi’nin ihtiyar zevcesi bulunduğu hâlde girdi. Hazır bulunan hanımlar tarafından maşallahların haddi hesabı olmadığı gibi Remziye’yi tanıyanlar böyle bir mutlu günü yakın vakitte onun hakkında da temenni ediyorlar. Gelinin salona girdiğini gören Abdüllatif Efendi oturduğu kanepeden derhâl kalktı. Mor setten aşağıya fırlayıp gelini karşıladı. Ahdiye bir baba karşısında diz çökerek ayaklarını öpmek vaziyetini aldı ise de ayağa bedel hocasının iki ellerini birden tutup defalarca öptü. Latif ihtiyar dahi hem gelinin alnından öpüyor hem de “Hak Teala Hazretleri mesut ve mübarek etsin kızım, ikinizi büyük bir bahtiyarca mesudiyet ile bir arada kocatsın!” temennisini beyan ediyor ise de bu sözleri şurada bizim yazdığımız gibi düzgün bir surette söylemeye takat bulamayıp rikkat ve heyecanın birbirine karıştığı şu anda bu kelimeleri zihninde buluncaya ve özellikle dudakları arasından çıkarıncaya kadar tir tir titriyor, buram buram terliyor. Biçare ihtiyarın, Dilşinas Hanım’ın uzattığı bir şal kuşağı Ahdiye’nin beline bağlaması lazım geldiği zaman ellerinin titremesinden bir türlü muvaffak olamayacağını herkes gördü. Kendi zevcesinin yardımı ile beraber pek büyük güçlüklerle ancak bağlayabildi.

      Şu dokunaklı merasim de bu şekilde icra olunduktan ve Dilşinas Hanım’ın tedarik olarak bohça ile göndermiş olduğu üç yüz kuruş kadar çil