Ахмет Мидхат

Jön Türk - Millî, İçtimai ve Siyasi Roman


Скачать книгу

bulunmuş idiyse de imam efendi bu hareketin pek uygunsuz bir hareket olacağından bahisle arkadaşlarını zorlamaya yakın bir surette içeri sokmuştu. Kâşif Efendi, imama ve imam, Kâşif Efendi’ye hayretlerini nasıl beyan edeceklerini bilemeyerek şaşkın şaşkın birbirinin yüzlerine bakıyorlardı. Çarnaçar sofraya oturdular.

      Hazırlanmış olan yemeği yediler ise de ne yediklerini biliyorlardı ne içtiklerini. Yemekten sonra biraz sohbet ettiler. Fakat Nurullah Bey’in gecikmesini ne gibi bir sebebe yorabileceklerini tayinde aciz kaldılar.

      İmam efendi ile cemaati çekilip gittikten sonra Kâşif Efendi, Dilşinas Hanım’ı tekrar davet etti ve “Hanımefendi kardeşçiğim, henüz kendimizi ümitsizliğe kaptıracak bir hâl göremiyorum. Müsaadenizle gideyim oğlumu arayayım. Her zaman tıraş olduğu yeri bilirim. Oradan arayayım. Zabıtaya müracaat edeyim. Bu gece vakit geç olacağından incelemelerimin neticesini yarın size bildiririm. Kızım Zeliha burada, yanınızda kalsın.” sözleriyle başlayarak birçok teselli verdi. Bu tesellilerin Dilşinas Hanım’a güzel bir tesiri oldu ise o da Nurullah Bey’in gecikme veya kaybolmasına kendilerinin sebebiyet göstermemiş olmalarının tahakkuk etmesi yüzünden ortaya çıkan bir teselli oldu. Böyle düğünlerin bozulması nadir vuku bulan şeylerden değildir. Fakat en ayıp olan ciheti alacağı kız hakkında son incelemelerinin gösterdiği mecburiyet üzerine damadın caymasındadır. Kâşif Efendi’nin temini ve Zeliha Hanım’ın onu teyidi üzere Nurullah Bey’de böyle bir cayma olmadıktan sonra çocuğun bir kazaya uğramış bulunmasına inanmak lazım geldi.

      Evet! Biçare Nurullah bir kazaya uğramıştı. Hem de ne büyük kaza! Rabb’imiz Teala ve Tekaddes Hazretleri düşman başına vermesin. Bakınız ertesi gün Kâşif Efendi Dilşinas Hanım’a gönderdiği mektupta ne diyordu? Diyordu ki:

      Kardeşim hanımefendi hazretleri! Oğlum Nurullah Bey oğlunuz her zaman tıraş olduğu berber dükkânında dünkü gün saat tam beşte tıraş olmuş. Koltuk merasimini icra için devlethanenize gitmek üzere dükkândan çıkacağı sırada iki polis hafiyesi gelmişler. “İsminiz Kâşif Efendizade Nurullah Bey değil midir?” sualini sorarak tasdik cevabını aldıktan sonra “Bu sene Hukuk Mektebinden çıktınız, değil mi?” sualini dahi sormuşlar. Buna da tasdik cevabı alınca “Öyle ise buyurunuz sizi zaptiye nazırı paşa hazretleri istiyorlar.” diye hazır bulundurdukları arabaya bindirmişler. Kendileri dahi beraber binerek götürmüşler. Berberden bu haberi aldığım anda geç vakte bakmayarak zaptiye nezaretine koştum. Oğlumu görmek istedim! Ne yazık ki göstermek istemediler; “Nazır Paşa Hazretleri görmeden sizin görmeniz uygun değildir.” dediler. Bela ve felaketin ne kadar büyük olduğunu anladım. Gerçi “Merak etmeyiniz. Pek o kadar mühim bir şey değildir. Galiba bir düşman şerrine uğramıştır. Birkaç gün sonra kurtulması umulur.” dediler ise de sizi aldatmaya ne gerek var, böyle şeylerden birkaç sorguyla birkaç gün zarfında kurtulmanın mümkün olabileceğine inanamam. Zira ben mahalleniz imamı vesaire ile konağınızda iken polisler evimi basıp oğlumun odasından bir hayli kitap filan kaldırmışlar, götürmüşler. Benim kitap odamı dahi aramışlar ise de bir şey bulamamışlar. Oğlumda zararlı evrak bulunabileceğine asla ihtimal veremem. Zira politika ile meşgul bir delikanlı değildir. Daima böyle şeylerden kaçınır. Bir düşman iftirasına uğramış olduğu muhakkaktır. Her hâlde korkacak bir kusurumuz olmadığına emin isem de böyle işlerin öyle birkaç gün değil a, birkaç hafta ve belki de birkaç ay zarfında da bitirilemediğini nice emsali ile çıkarabilirim. Sizi aldatarak teselli vermeyi hiç münasip görmeyeceğimden işte araştırmalarımı ve incelemelerimi dosdoğru yazdım. Sürekli bir habere muhtaç olduğumuzu gizleyemem. Bilhassa kızım Ahdiye Hanım’ın şu felakete karşı tamamıyla sabır ve metanet göstermesini tavsiye ederim.

      Allah cümlemizi muhafaza buyursun, böyle felaketler zamanında insanın basireti tıkanır, düşünme kuvveti bozulur. Nasıl düşüneceğini, ne yolda bir hüküm vereceğini bilemeyerek şaşırır kalır. İşte bu hâl Dilşinas Hanım ile kızında fazlasıyla vuku buldu. Hele Ahdiye dünyanın iyilik ve kötülüklerine dair hiç tecrübesi olmamış bir çocuk olduğundan böyle bir hâle ne hikmete dayanarak kahırlanmak lazım geleceğini de zihninde ciddi bir surette tayin edemiyordu.

      Kâşif Efendi ilk mektubu sabahleyin yazmış olduğu hâlde akşamüstü bir mektup daha gönderdi. Gündüz zaptiye nezaretine bir daha gitmiş. Oğlunu mutlaka görmek için yalvarmış yakarmış. Yalnız olamaz ise zabitler huzurunda olsun bir kerecik görmek istirhamında bulunmuş ise de merhamete dair bir eser görememiş. “Bugün cuma, büyük memurlar gelmemiş olduğundan kimseyle görüşmesine izin verilemez. Uzaktan bile göremezsiniz!”den başka cevap alamamış.

      Bu mektup dahi zavallı Dilşinas Hanım’ın ümitsizliğini arttırdı. Hoca Abdüllatif Efendi’yi durumu araştırmaya memur ederek onun getirdiği malumat dahi hep Kâşif Efendi’nin verdiği yeis ve kedere yol açan haberleri teyit ediyordu. Bundan sonra günler geçiyor, her günün hâli dünkünden daha ziyade yeis ve cesaret kırıklığına sebep oluyor. Biçare kadınların evlerinin hâli ölü evinin kederli durumunun tersi oldu. O evlerin en büyük yeis ve matemi ilk güne mahsus olup sonraki günler geçtikçe kederlerin azalmasına karşılık bu evdeki kederin en hafif hâli ilk günü olup ondan sonra günler geçtikçe yeis ve matem hâli artmakta idi.

      Üç ay böyle sıkıntılı bir hâlde geçtikten sonra bir gün Kâşif Efendi’den bir mektup daha geldi. Bu mektubu Ahdiye aşağıdaki gibi okudu:

      Hanımefendi kardeşim! Birbirimizi taziye edecek bir gündeyiz. Şimdi oğlum ve oğlunuz Nurullah’a veda ederek geldim. Tutuklanalı üç ay olduğu hâlde bir defacık olsun görüşme müsaadesi elde edememiştim. Bugün Akka’ya sürgün ediliyor. Hapishanede, vapurda şöyle ayakta bir görüşmeye müsaade verdiler. Sizin ellerinizi ve Ahdiye Hanım kızımın gözlerini öpüyor. Namus ve insaniyetin kendisine verdiği vazifelerde kusur etmeyeceğini ve kendi yüzünden size hiçbir ziyan gelmesine rıza göstermeyeceğini yeminler ile temin ediyor. Ne yapalım kardeşçiğim, asrımızda böyle felaketlere duçar olan yalnız biz değiliz. Biz Akka’ya sürülmekle yine hafif bir belaya duçar olmuşuz demektir. Bunun daha Trablusgarpları, Yemenleri, Fizanları da var. Sabredelim. Hak Teala mazlumların ahını zalimlerde bırakmaz.

      Ahdiye mektubu okurken Dilşinas Hanım bir iki defa baygınlıklar geçirdi ise de kızına renk vermemek için bütün kuvvetini topluyordu. Nurullah Bey’in bugün şu evden tabutu çıksaydı evi ne hâlde bırakacak idiyse ev ve ev halkı o hâlden de beş beter bir ümitsizlik hâlinde idiler. Hele biçare Dilşinas Hanım üç aydır yaş döken gözlerinden artık gözyaşı pınarları kurumuş zannında iken bugün dahi dökecek sel gibi yaşlar bulduğuna kendisi de şaşıyordu.

      BU BAŞKA ROMAN

      “Bir muammasınız Nurullah! Bak yine ‘Nurullah’ dedim. Nuri bir muammasınız.”

      “Anlayamadım Ceylan.”

      “Adam içinde adamsınız… Birbirine hiç benzemez iki adamı hamur etmişler, ondan bir Nuri yapmışlar.”

      “Hâlâ anlayamadım. Asıl muammayı siz yapıyorsunuz.”

      “Hayır efendim, benim yaptığım muamma değil. Açıktan açığa söylüyorum. Fikirleri açık olanların sözleri de açık olur.”

      “Lütfen biraz izahat verseniz. Adam adam içinde!.. Şimdiye kadar işitmediğim yeni bir söz. Birdenbire anlayamamakta mazurum.”

      “Bunda anlaşılmayacak ne var? Teorilerinize bakarsak serbest fikirli bir adamsınız. Yeni adamlardansınız… Hâlbuki pratiklerinize bakınca hâlâ eski zamanların çürüklüğü içinde pala çalıp giden bir… bir… Of nasıl tabir edeyim? Bizim Türkçemizde bu tabirler de yok ki!.. Bir mahcup bir… Ha!.. buldum: Bir mıymıntısınız.”

      “Ben ha?”

      “Evet