Ахмет Мидхат

Jön Türk - Millî, İçtimai ve Siyasi Roman


Скачать книгу

kahramanı Nurullah ise de öteki kahramanı Ahdiye değildir. Ondan başka birisidir. Eğer benim bildiklerimi Dilşinas Hanım bilse idi mümkün değil Ahdiye’nin Nurullah ile nikâhına razı olmazdı. O meraklı kadın bilahare kızının başını ateşlere yakmak hususunda zerre kadar bir ihtimalden ürker. Şu dünyada bir Ahdiye!..”

      İşte şimdi anlıyoruz ki romanın öteki kahramanı da Ceylan Hanım imiş. Asıl ismi Ayşe iken Fransızca “biche”9 kelimesinin Türkçesi olarak “Ceylan”ı mahlas edinen bir hanım.

      Bu Ceylan Hanım kim oluyor?

      Romanımız ilerledikçe kim olduğu meydana çıkacaktır. Fakat şimdiki hâlde Nurullah ile olan konuşmasından yukarıda gördüğümüz parça size Ceylan’ın nasıl bir Ceylan olduğunu tanıttıramadı mı? Pek serbest, pek cesur bir kız ha?.. Böyle kızlar şu zamanımızda henüz nadirattandır, hem de pek nadirattan oldukları için biraz şaşırmakta haklısınız. Hikâyemizin vuku zamanı olan 1897 senesinde, yani bundan dokuz sene evvel bu seyreklik daha ziyade idi. Tek tük denilecek kadar azdı. Şu konuşma 1897 senesinde de geçmedi. Ondan önce geçti. Bir sene kadar önce.

      Her şeyde ifrat da fenadır, tefrit de! Kızları esen yellerden esirgemek gayretiyle kafeslerin içinde kanarya kuşu gibi yetiştirmek de tehlikelidir, tabii bir hürriyet ile başıboş gezen sakalar, isketeler, ispinozlar gibi bırakmak da. Bu tabii serbestlik hâlinde gezip yaşayan kuşlar da gerçi türlü türlü tehlikelere maruzdurlar. Kendilerinden daha kuvvetlileri elinde zayıf ve perişan kalırlar. Fakat kafesteki kanarya bir an için kapısını açık bulur da karşıdaki ağacın dalına kadar gidip konar ise en aciz, en miskin kuşların taarruzlarından bile kendisini müdafaa edemez. Şu kadar ki kanaryamızı eğiteceğiz, kendi kendisini müdafaaya muktedir olmak için cesaretlendireceğiz diye asli ve tabii ölçüsünden çıkaracak olursak gerçi bir zamana kadar bu sevimli kanaryayı bir atmaca olmuş batıl zannına düşer isek de o her hâlde nazik bir kanarya olmak tabiatından harice çıkamamış olduğundan “Ben bir atmacayım!” cesaretiyle saldırdığı kuşlar pençesinde yine perişan olur ve tabii istidat haricine çıkmış olmak gayretiyle saldırdığı için duçar olduğu felaketine acıyanlardan ziyade gülenler hak kazanır.

      Konuşmada elbette dikkat buyrulmuştur ki Ceylan Hanım kendi minimini felsefesinin esasını Avrupa’dan almış ama bazı cihetlerini eksik almış. Hele bazı cihetlerini lüzumundan pek çok fazla almış. Öyle garip bir surette ki Avrupa’da kendisine denk olabilecek sınıfın içinde bulunsa eksik almış olduğu cihetlerinden dolayı, kendisinin Nurullah Bey’e isnat ettiği mıymıntılığı kendine isnat ederlerdi. Lüzumundan fazla almış olduğu cihetlere gelindiği zaman dahi “Aman bu Türk kızı ne başı açık şey! Ne cüretli şey! Bu, kız değil âdeta bir delikanlı. Hem de cüretini korkusuzluk derecelerine vardırmış en tehlikeli bir delikanlı!” diye Avrupalı kızlar dahi Ceylan’ın yanından kaçarlardı.

      Romanımızın ilerilerinde Ceylan Hanım’ın gerçekten yakınlaşması, ne kadar tehlikeli bir mahluk olduğunu meydana koyacak türlü hâller görülecektir. O kadar acayip ve garip hâller ki kadın ve erkek okuyucularımızdan birtakımı ihtimal ki bu hâllerin sükût perdesi ile gizlenmesinin daha münasip olacağı fikrinde bulunacaklardır. Hayır!

      Bu zararlı ve tehlikeli felsefe bizde henüz mevcut olmamış bulunsa idi gizlenmesinde ve saklanmasında belki bir fayda, bir geçici kazanç beklenebilirdi. Ama Ceylan bu sınıf içinde bir misli daha bulunmayan hayret uyandıran nadir insanlardan olduktan sonra ondan biraz noksan sayılacaklar birkaça ve biraz daha ehven olanlar daha ziyadeye ulaşırlar. Nihayet gittikçe felsefelerinin tehlikesi azala azala “şık hanımlar” sınıfına kadar varıldığı zaman ne kadar çoğaldıkları görülür. Bunların başta gelenleri, Ceylan gibi Avrupa’nın kadın meselelerine dair olan yayınlarını okudukları gibi kadınların özgürlüğünden yararlanan birçok erkek dahi o özgürlük düşkünü kadın okuyuculara yardım ederler. Okudukları şeylerin neticelerinden onları haberdar ederler. Kadın cinsine karşı bu hürriyetçi tavırda bulunmayı da bir şıklık sayarlar. Dolayısıyla bu hakikatleri onlardan gizlemeye çalışmak bir istibdat yönetiminin hürriyet çehresini halkın bakışlarından gizlemesine benzer ki mümkün olamadığı yakında görülmüş olan kendi misalimizle deliliyle ispat edilmiştir. “Hürriyet” bir dereceye kadar, bir bakıma göre, ondan istifadeyi bilenlere kıyasla pek faydalı, mukaddes bir nimet olmakla beraber, diğer bir bakıma göre diğer derecelere nazaran ve özellikle ondan istifadeyi bilmeyenlere kıyasla ne kadar tehlikeli bir nimet olduğunu da işte şu birkaç aylık özgürce hayatımızda görmüşüz, anlamışızdır. Binaenaleyh iyiliklerden ziyade fenalıklar ortaya konulur ise onlardan korunma için daha ziyade istifadeye sebep olacağı şu asırda herkesten önce Emile Zola’nın hikmet nazarını açmıştır da naaşı Pantheon’a, o vatanperverlerin kubbesine naklolunmak derecesinde milletin hürmetine mazhar olan o büyük yazar kalemini bu ayıpları tasvire vakfetmiştir.

      Evet! Hakikat böyle diyor. Bir murdarlığı örtmek ile onun pisliğinden korunulmuş olamaz. Onu açmalı, âleme göstermeli. Âlem onu görmeli. Ahlaki sıhhat için ne kadar zararlı olduğunu anlamalı da ona göre ondan korunmalı ve sakınmalı.

      Evet ahlaki sıhhat!.. Aynen bedenî sıhhat gibi bir ahlaki sıhhat! Bedenî sıhhat hususunda zararlıyı, faydalıyı bilmek ne kadar lazım ise ahlaki sıhhatçe dahi tehlike ve selamet cihetlerini bilmek o kadar lazımdır. Bir sokakta açılan lağım çukurunun üstüne geceleri fener asmak gibi. O çukuru yok farz ederek oraya fener asmaz isek onu âleme gösterip dikkat ve çekinme nazarlarını davet etmez ve çağırmaz isek gafillerin birçoklarını o tehlikeye düşürmüş oluruz.

      Hele biz Nurullah ile Ceylan arasındaki tartışmanın devamını da dinleyelim.

***

      Ceylan son sözünü söylediği zaman Nurullah sükûta varmıştı. Hem de epeyce derin, epeyce sürekli bir sükût. Hatta biz dahi yukarıdaki fıkramızda vermiş olduğumuz bazı izahatı bu sükûtun müddeti arasına sıkıştırıverdik. O sessizliği bozan yine Ceylan oldu. Dedi ki:

      “İşte karşılık vermekten yine aciz kaldınız. Karşılık vermek mümkün değil ki veresiniz. Zaten şu teorilerde gönlünüzün, fikirlerinizin benimle beraber olduğuna şüphe bile edemem. Nasıl olur ki bir delikanlıya her şey caiz, her şey mübah olsun da bir kıza hiçbir şey caiz, hiçbir şey mübah olmasın? Delikanlı her gördüğü kadına, kıza göz koyup bıyık burabilsin de kız, hatta yahut kadın hafif bir tebessüm bile edemesin. Bir erkek için izin verilen serbestliğin yüz binde biri bir kadında, bir kızda görülecek olsa mahvolduğu an o andır. Biz, erkek efendilerin âdeta eğlencesi olmuşuz, kalmışız… Bize karşı her hâl ve tavırda onlar özgür, müstahak. Biz? O!.. Biz eşyadan sayılırız! Hayvandan bile sayılmayız, nerede kaldı ki insandan sayılalım.”

      “Ama artık ifrat ediyorsunuz. Mübalağa…”

      “Hayır! Hiç de ifrat etmiyorum. Belki tefrit ediyorum. Düşününüz ki beğenilmek hevesi insanlık için yaradılış gereği, tabii, fıtri bir şeydir. Biz kadınlar beğenilmeyi tabii ki isteriz. Fakat yolda veya bir çayırda kendimizi beğendirmek istediğimiz erkekle karşı karşıya gelince şemsiyemizi indirip siper almaya mecburuz. Neden? Dünyanın hangi tarafında böyle bir mecburiyet vardır?”

      “Buraları böyle! Hatta korkunun bu derecesi dinî bir mecburiyet değil bir memleket âdetidir. Lakin sizin dediğiniz gibi bu serbestlik Avrupa’da bile yoktur. Benzetmeniz yanlıştır.”

      “Yok mu? Amma yaptınız ha! Haydi, bakayım apaçık olanı da inkâr ediniz. Mariage liber (özgürce evlilik) bahislerine dair hiçbir şey okumadınız mı? Kocasını kızın kendisinin seçmesi lüzumu muhakkak surette sabit olmadı mı? Bir kızın kocasını; anası, babası, bunlar yok ise diğer velisinin seçmesi medeniyete en tehlikeli şey olacağına hükümler verilmedi mi? O