sefarethane için getirilmiş bulunduğu hâlde antikacıdan antikacıya buraya kadar gelmiştir dersiniz ama bu hükmünüz doğru değildir. Bunlar Saniha Hanım’ın pederi merhum Daniş Bey tarafından kendi zatı için hususi olarak Paris’ten getirilmiş şeylerdir. Kitaplar ne güzel ciltlidirler. Büyük bir kısmı Fransızca ve üçte biri kadar da Türkçe olduğu görülür.
Yazıhanenin üstü âdeta bir kırtasiye ve kalem çeşitlerinin olduğu bir sergi gibi. Bakınız neler yok? Her renk mürekkepleri havi alafranga, alaturka yazı takımları… Alaturka çok farklı kalemtıraşlar, mak-taalar3, makaslar. Her biri de maharetli bir üstadın nefis eserlerinden alafranga kazıyıcı aletler ve kurutma kâğıtları. Kalem silgileri, kâğıt ve kalem kesmek için kemik ve ağaçtan bıçaklar. Ama bunların da her biri nefis eserler. Her boydan güzel markalı zarfları içeren bir zarf kutusu… Bunların kâğıtları da işte yanı başındaki kâğıt muhafazası içindedir. Kâğıtları rüzgâra kaptırmamak içi yuvarlak dışı tümsek billurlar. Her birinin içinde türlü türlü resimler ki billurdan dışarıya yansımaları güzelliklerini arttırıyor. Hangi ayda hangi günde bulunduğunu gösteren birkaç türlü takvimler. Alaturkası başka, alafrangası başka küçücük oturtma saatler. Türkçe, Fransızca birkaç lügat falan şöylece yazıhanenin bir tarafında perakende hâliyle nazarlara çarpıyorlar. İpek dantelalı, canfes abajurlu lambaları dahi ihmal etmemeli ki bunlar, odanın ortasında, duvarlarında şöminesi üzerinde bulunan avize lamba, şamdan gibi farklı ışıklar saçmaktan başka ve yalnızca yazıhaneye mahsus şeylerdir.
Mevsimin gösterdiği lüzum üzerine şöminede ateş yanıyor. Hem de altında kok kömürü ve onun üzerinde birkaç parça gürgen odunu konulmuş olarak gayet parlak yanan bir ateş ki: “Mangal kenarı kış gününün lalezarıdır.” diyen şair bunu görseydi kim bilir daha ne parlak teşbihler ile bu ocağı tasvir eylerdi.
Odada ayna bulunmadığına dikkat ettiniz mi? Asıl alafrangada aynaları yatak odalarına, tuvalet odalarına hatta merdiven başlarına palto ve şemsiye filan bırakılan vestiyerlere koyuyorlar. Salonlara ve böyle iş odalarına aynaya bedel münasip resimler asılıyorlar. İşte buraya dahi dört büyük resim levhası konulmuş. Hem de ne manidar şeyler. Bakınız ilkbaharı tasvir eden kız ve uzaktan uzağa kendisine hayret ve dikkatle bakan delikanlılar çiçekler içinde. Yaz mevsimini tasvir eden şu gürbüz kadın ile önünde arkasında birer mesai aletleri almış olan çocukların sepetleri, koltukları, kucakları, türlü meyveler ile dopdolu. Şurada gördüğünüz üç köylü karısıyla iki kartça köylü ambarlara mahsulat taşıyorlar ki sanki güz mevsimi gibidir. Nah, işte dördüncü levhada gocuklara bürünmüş kadın, erkek ihtiyarların hâli de kış gibidir. Dört levha dört mevsimi teşkil ediyorlar demektir.
Şöminenin iki tarafına konulan heykeller, nazarıdikkat ve ehemmiyetinizden uzaklaşacaklar mı? Dikkatli bakınız, alçıdan dökülmüş şeyler değildir. Bazı birleşimler ile mermer taklidi olarak döktürülmüş şeyler de değildir. Halis beyaz mermer üzerine el ile yerleştirilmiş harika ustaların eserleridirler. Birisi cemal ve sevda Tanrıçası Venüs’ü tasvir ediyor. Diğeri ise güzel sanatlar, akıl ve hikmet Tanrısı Minerva’dır. Böyle eski mitolojiye ait heykellere rağbet bizim Osmanlılığımız âleminde henüz benimsenmemiş olduğundan, şurada ne kadar alafranga bir yerde bulunduğumuzu bunlarla kıyas etmelisiniz.
Yerdeki Anadolu halıları, duvarlardaki resimler, etrafa latif birer vaziyetle tertip olunan şallar dahi hesaba katılırsa şu odanın en az bin liraya tanzim edilebilmiş olduğu tahmin edildiğinde, hiç de mübalağaya sayılamaz. Acaba her bin lira sarfına kudreti olanlar böyle bir iş odası tefriş ettirebilirler mi? Binlerce lirayı sarf ettirecek kudreti bulmak pek de o kadar güç bir şey değildir. Asıl bu güzel intizamı, bu letafeti bulduracak zevkiselime malikiyet güç bir şeydir. Bu güzel şeylerin kimin olduğunu mu soruyorsunuz? Nah, işte yazıhanesi başında oturan Saniha Hanım’ın.
Bakınız, bakınız! Asıl şu genç hanımın letafetine bakınız. Odaya ziynet veren bunca nefis eşya ve bunların umumundan meydana gelen güzellik, onun letafetine mukabil, hiçbir şey ve naçiz seviyesinde kalıyor. Mil üstünde bulunması hasebiyle her tarafa kolayca dönen yazı iskemlesi üzerinde ne de edeplice bir vaziyette oturmuş. İki bileklerini yazıhane üzerine dayayarak sol elinin salavat parmağıyla bir köşesinden bastırdığı kâğıt üzerinde sağ elindeki kalemi ne büyük maharetle hareket ettiriyor. Ne güzel giyinmiş. Şu iskemleye oturmak için mutlaka yazıhanesinin sağ tarafından gelmiş ve bir “yarım sol” vaziyetiyle o iskemle üzerine oturuvermiş ki mavi kumaştan mamul uzun etekli elbisesinin eteği sağ tarafına doğru uzatarak sanki henüz denizden çıkan Venüs’e bir dalgacığın büyük bir istek ve hasretle diz çöktüğünü hayal ettiriyor. Ya bu genç kadının kendi hüsnü, kendi cemali? Oo, bunları kalem ile tasvir ancak şair kudretiyle mümkün olabilir. Fırça ile tasvir için de ressam gücüne müracaat etmeli.
Ah ey okuyucu! Hayalen değil hakikaten dahi görme imkânı olabilseydi de sizi şu yazıhanenin karşısındaki yaldızlı, nazik iskemlenin üzerine oturtsaydım. Saniha Hanım’ın yazı yazışını oradan temaşa etseydiniz. O kalem gibi parmakları… Kalem gibi mi? Adam sen de. Böyle eski tabirler, eski teşbihlerle o yeni elle yeni parmaklar nasıl tarif olunabilirler? Haydi bakalım. Meseleyi büyük bir maharetle piyano çalan ve birer elinin bir kaçar parmağıyla birden triple croche quadruple croche4 nağmeler yapan bir kadının ellerini, parmaklarına teşbihen tarif için bütün eski nesir yazarlarımızı çağıralım. Münasip bir teşbih ve tabir bulunabilir mi? Elindeki kalemi yazıhane üzerindeki hareket tarzı. İşte bu piyaniste benzeyen Saniha Hanım’ın parmakları dahi böyle teşbih ve tasvir imkânının dışındadır. Dört kelime yazabilmek için sağ dizini kaldırarak boynunu bükerek kargacık burgacık gibi hareket vaziyeti nerede, Saniha Hanım’ın vaziyeti nerede.
Yazıyor. Kalem durmadan hareket ediyor. Kaleme o hareketi veren parmak uçları dahi kımıldanıyor. Doğrusunu söyleyelim. O el bileğe kadar kımıldanıyor fakat diğer vücut azalarından hiç birisinde başka hiçbir hareket yok. Gözlerinin kirpikleri sanki ikişer sıra asker süngü oluşturmuşlar gibi muntazam bir vaziyet ile kâğıdın üzerine dikilmişler. İki kaşları arasından, başının saç çıkan mahalline kadar, alnı diğer emsaline kıyasen geniş olmakta birlikte, kaşlar hizasından başın etrafındaki yuvarlak olan daireye kıyasen, iki kaşı arasından saçlarına doğru resmedilecek hattan biraz daha geniş bir zaviyeden bakmanızı tavsiye ederiz. Bir bu zaviyeye bakmalı bir de şömine üzerindeki Minerva’nın yüzüne bakmalı. Bu mukayesede ehemmiyetli davranacak olursanız Minerva heykelini âdeta Saniha Hanım’ın heykelidir zannediverirsiniz.
Şu yazma vaziyetindeki Saniha Hanım’ın tavrındaki ciddiyet hakikaten kadim Yunan zamanından kalma heykellerdeki ciddiyetten ziyadedir. Yüzüne bakacak olsanız zannedersiniz ki nefes bile almıyor. Nefes aldığı yalnız geniş göğsünü sıkmış olan korsenin çene hizasından bir kısmının muntazam bir hareket ile kabarıp inmesinden anlaşılabilir.
Yazıyor, hem de besbelli ki gayet mühim bir şey yazıyor. O kadar mühim ki sanki yazdığı şeylerin dehşetinden kâh kendisi dahi dehşet alıyormuş gibi bazen rengi değişiyor. Hafif bir gül pembesinden latif bir açık simaya intikali pek güzel görülüyor. Aralıkta bir daha ziyade dehşet aldığından mıdır nedir, rengi kurşun rengine yaklaşıyor. Derken bir aralık da menekşe rengine teşbih olunabilecek bir renk peyda ediyor.
Yazıyor ama nasıl? Yazacağı şeyler sanki çok zamandan beri ezberinde imişler gibi durmadan yazıyor. Yalnız bir kere durdu. İşte bakınız kalemli elini alnına götürdü. O ne? Karşısındaki fotoğraf resmine bakıyor. Tuhaf! Güya yazacağı şeyi unutmuş da ona soruyor. O resim mi? Hey, biz biliyoruz ama… Sırrımızı gizleyeceğinize emniyetimiz olsaydı söylerdik. Ne o, yemin mi? Ne hacet efendim? O kadar