Ахмет Мидхат

Taaffüf


Скачать книгу

bir ayvaz.” demekteyken Saniha’nın bir yaşını geçmesi üzerine artık bu çocuğun ölmeyeceğine kim bilir ne gibi bir düşünce ile kalbine bir kuvvet geldi. Konağı yaptırmaya başladı. İşte ziyaret ettiğimiz ve ilk ziyarette o acayip hâllerle karşılaştığımız konak Daniş Bey’in ilk defa inşa ettirdiği bir konaktır.

      Bu konağın ne derecelerde ihtimamla bina olunduğunu da merdivenlerini gördüğümüz zaman anlamıştık. O zamanın parasıyla, o zamanın tabiriyle bu inşaata tam bin beş yüz kese akçe gitmiş. Bugünkü akçe ve tabir ile yedi bin beş yüz lira eder. İç taksimatı yirmi kadar oda ve salondan ibaret ufak bir şey ama bina ve inşası gayet ihtimamlı. Hemen bir o kadar para dahi mefruşatına gitmiş. Biz bu konağın yalnız bir odasını gördük: “Hanımın iş odası” denilen kitap ve yazı odasını. Hâlbuki diğer oda ve salonlar dahi yine buna münasip tefriş edilmişler. Gerçi bundan evvelki kısmımızda bu intizamı Saniha Hanım’a isnat etmiş olmamız ile şimdi şu ihbarımızı verirken ilk bakışta tenakuz görünüyorsa da hakikatte pek de bir tenakuz. Konağı Daniş Bey yaptırmış, Daniş Bey tefriş ettirmiş, ama ondan sonra o intizamı bozmayan ve muhafaza edip arttıran Saniha Hanım’dır. Mevcudun asıl orijinal hâllerini değiştirmek insanın fıtratının gereğidir. Değiştirilmesi esnasında iyileri fenalarla değiştirmek ekseriyetle görüldüğü hâlde, Saniha Hanım’ın zevki ne kadar mükemmel olmalıdır ki ziynet ve intizam azalmayıp ziyadeleşsin.

      Sözümüz Saniha Hanım’a intikal etti. Öyleyse bu bahsi genişletelim:

      Saniha, Daniş Bey’in ilk yaşayan çocuğu demedik mi? Adamcağızın ondan sonra artık evladı doğmadı. Bu çocuk dünyada bir tanecik gözünün nuru hükmünü aldı. Başka işi gücü kalmamış olan Daniş Bey Saniha’nın üzerine tir tir titriyor. Onu esen yellerden esirgiyor. Kendisi artık yaşını başını almaya başlamıştı. Vücudunda hissetmekte olduğu yellerden, romatizmalardan ve oburlukla işret ve eğlence belasının mahsulatı olan mide rahatsızlıklarından, falanlardan dolayı doktorlara muayene olma ve tıbbi tedbirlere sık sık ihtiyaç görmüştür. Bir tanecik sevgili kızının sıhhatinin korunması için dahi devamlı olarak tıbbi tedbirlere ve ilaçlara ihtiyacı vardı. Dolayısıyla Doktor Fratenberg namında bir tabibi maaş ile evine tayin edip bir odasına yerleştirdi.

      Hikâyemizde Doktor Fratenberg mühim şahıslardandır. Dolayısıyla bu zat ile tanışmamızı ve dostluğumuzu artırmalıyız. Kendisi Fransa’nın eski Alsace vilayeti ahalisindendir ki 1771 muharebesinden sonra malum vilayet Almanya’ya bağlanmıştır. Doktorun isminden de anlaşılacağı gibi, malum vilayetin ahalisi Fransızlıktan ziyade Alman kavmine mensuptur. Doktorun ana lisanı Almanca ise de zikredilen ahali Fransız lisanına da vakıftır. Özellikle tıp ilmini Fransız mekteplerinde tahsil etmiş olduğundan Fransızcası da pek mükemmeldir. Şu kadar var ki Cermen neslindeki hususi kabiliyetleri gereğince o zamanki telaffuzunda “j” harflerini “ş” harfi gibi telaffuzdan ibaret bir gariplik vardı. Bu adam yalnız tabip diye telakki olunmamalıdır. “Hakîm” kelimesinin gerçek manası gereğince hikmet sahibi bir adamdır. Da-niş Bey’in bahtı hakikaten yaver imiş ki evine tabip olarak bu adamı tayin etmiştir. Zira gerek kendisinin, gerek kızının ve hatta zevcesinin hayatı için bu kadar meraklı, bu kadar korkak olan Daniş Bey, eğer meşhur Moliere gibi bir hastalığa düşmüş olsaydı şimdiye kadar çoktan beri ailesiyle birlikte öbür dünyaya göçerdi. İlaç ve tedavi merakı ne tehlikeli şeydir. Boşuna eczacılara “farmasyen” dememişler. Yunan lisanında bu kelime “zehirci” anlamında kullanılmaktadır. Avam lisanına da şöyle geçmiştir: “Bilmem kimden vefa, zehirden şifa.” Söz sözü açıyor. Lakin bu şekilde açılan sözleri uzatmamak gerekiyor ama ne yapalım. Malum ya! Mesleğimiz ve memuriyetimiz gereğince daima tıbbiyeliler arasında bulunuyoruz. Bu dostlarımızdan birisi vardır ki tedavi için kendisine bir dost müracaat ettiği zaman bir tabibe lazım gelen dikkat ve ihtimamdan kusur etmeksizin muayenesini icra edip reçetesini yazar ve ondan sonra:

      “Hastalığınız falanca hastalıktır. Tıp ilminin o hastalığa karşı tayin ettiği deva dahi işte bu reçetede yazdığım devadır. İşte tabip kendi vazifesini ifa eyledi. Şimdi bir de dost vazifesi kaldı. İşbu dost sıfatıyla dahi size derim ki bu ilacı almayınız. Birkaç gün evinizde istirahat ediniz. Perhiz yapınız, yine iyi olursunuz.” diye tabipliğinin tedavisine ek olarak bir de dostça bir nasihat verir. Ama her hastaya, her hastalığı göre değil ha! Bazı hastalıklar vardır ki onların devası çok gereklidir. O devaya müracaat edilmezse kurtulmak mümkün değildir. Ölüm tehlikesi bile hemen hemen mümkündür. Bu iki nevi hastalığın farkını bilip hem tabiplik hem de hâkimane hareket eden zatlar, asıl şifa kaynağıdırlar.

      İşte Daniş Bey’in Doktor Fratenberg’i dahi böyle birçok güzel hasleti de olan gerçek bir adamdı. Bizim dostumuz olan tabip gibi yazdığı ilacın kullanılmamasını tavsiye etmezdi. Zira Daniş Bey gibi meraklıların bu yoldaki nasihatlere rağbet etmeyeceklerini bilirdi. Konakta bir de mükemmel eczane var. Boşuna mı sayılsın? Doktor Fratenberg her haber verilen hastalıklara bir de ilaç verirdi. Ama ne ilaç… Verilip verilmemesi arasında pek de fark olmayan tesirsiz şeylerden ibaret. Çoğunlukla da kendisini ferahlandıran ilaçlardı. Dolayısıyla bu ilaçları alanlar, onların tesiriyle değil, belki de buna tam kanaat etmeleriyle şifa bulurlardı.

      Bizim Doktor Fratenberg’in ev içindeki vazifesi mini mini olan Saniha’nın sıhhatine sürekli nezaretten ibaret idiyse de filozof doktor bu vazifeyi ifadan ziyade çocuk dadılığı ediyordu denilse şaşılamaz. Kendisi hiç evlenmemiş, hiç çocuk görmemiş. İlk çocuk olarak gördüğü Saniha’dan o kadar hoşlanmıştı ki onu sürekli gözlemlemeyi kendisine zevk edinmişti. Agucuklarıyla çocuğun çenesine parmak dokundurup latif latif güldürme saadetini Doktor Fratenberg ne çocuğun validesine bırakıyor, ne de bakıcısına bırakıyor. Bakıcının vazifesi sadece çocuğa süt vermekten ibaret. Temizliğini, taharetini bile doktorun emir ve nezareti altında ifa ediyor. Validesinin ve pederinin hukuku ise bazen kucaklarına alıp öpmekten, koklamaktan ibaret. Dolayısıyla çocuk Doktor Fratenberg’in kucağından hiç düşmüyordu.

      Alınız size bir gariplik daha! Bizim Saniha Hanım ilk çocukça konuşmaya başladığı zaman Fransızca söylemeye başlamaz mı? Vay efendim, validesindeki telaş! Kocasına:

      “A beyim! Kızım büyüdüğü zaman kendisiyle tercüman vasıtasıyla mı konuşacağım?” diye hücumlar ettikçe Daniş Bey zevcesini teskin ve rahatlatmak için:

      “Canım merak etme. Ben de en evvel Rumca konuştum ama, sonra Türkçeyi de öğrendim, Arapçayı da…” diyor idiyse de kadıncağızı ikna mümkün mü? O da kendi lisanını öğretmek gayretine düştüğünden bir taraftan Seniha Hanım, bir taraftan Doktor Fratenberg çalışa çalışa iki buçuk yaşını bulan Saniha hem Türkçeyi, hem Fransızcayı ana lisanı olarak konuşmaya başladı. Üç buçuk dört yaşlarına doğru bu lisanların ikisini de öğrenmiştir.

      Zannederiz ki Saniha için bu hâli garipseyecek okuyucumuz yoktur. Hele biz kendi evladımızın Türkçe ve Rumcayı ana lisanı olarak konuştuklarını görüyoruz. Beyoğlu’nda ikametimiz esnasında Ermeni çocuklarının Türkçe, Rumca ve Ermenice olan üç lisanı ana lisanı gibi konuştuklarını görmüşüzdür.

      Çocukların analarına mı, yoksa babalarına mı benzemeleri lazım geldiğine ve benzediklerine dair antropoloji erbabı arasında uzun uzadıya bahisler cereyan etmiştir. Ekseriyetle müşahede olunduğuna göre ilk kuşaktaki kızlar, babalarına ve oğlanlar da analarına çekiyorlar. İkinci kuşakta dahi tam tersi bir durum görülüyor. Bizim Saniha bu hükmün en güzel misalidir. Zira cismen pederine benzediği gibi tabiatı dahi ona benziyordu. Yani boylu boslu, iri yarı, azaları gayet mütenasip, yüzü güzel olduğu gibi hafızası, zekâsı ve kavrayışı dahi babası gibidir.

      Beşinci yaşında çocuğun talim ve tedrisine başlandı. Türkçe için bir hoca