üzerine bir yumruk aşk etti ki ne kadar da kuvvetli imiş? Sinirleri mi tuttu ne oldu?
Vah vah yazık! Bakınız yazdığı mektubu büyük bir hışım ve gazapla cayır cayır yırttı. Parça parça etti. Ne kadar da çok yazmış. İşte kaldırdı parçaları odanın ortasına atıverdi. O ne hiddet. Yerinden bir fırlayış fırladı ki! Alınız efendim, o kıymetli resim Şık Tosun’un resmi fırladı, şömineye kadar gitti. Ne de tuhaf yanıyor. Lakin hanımın hâli fena. Müthiş bir telaş ile işte kapıda fırladı, çıktı, gitti.
Hele giderken arkasından bakınız. Ne boy ne bos… Ne kadar da güzel saçları var. Kuru kuruya tarayarak arkasına doğru dalgalandırıvermiş olduğu saçlar sarı ve altın bir manto gibi böbrekleri hizasından aşağıya inmiş gitmiş. Bu kadar üzüntülü, telaşlı olduğu hâlde böyle koşarcasına süratle yürüyor da yine arkasına giymiş olduğu uzun tekli elbise şeklini ve güzelliğini bozmuyor. Diğer birçok hanımlarda görüldüğü üzere hanım elbiseye tabi değil. Elbisesi içinde işkenceye çekilmiş değil. Elbise hanıma tabi. Giyinmeli ama; giyinmesini bilmeli de giyinmeli.
İşte ey okuyucu! Hayalen değil asıl hakikaten şu odanın bir tarafında bulunmalı idi de bu hâlleri görmeliydi. Hem bu temaşa bir tiyatro sahnesinde görmeye de kıyas kabul edemez. Bu sahnenin dekorları, yani penceresi, perdeleri ve mimari güzelliği falan, boyadan, resimden, mukavvadan falanda da ibaret değildir. Bu kadın, gecesi şu kadar altına, yalancıktan hünerini icra eder bir aktris de değildir. Görülen şeylerin tümü sahih ve hepsi de gerçektirler. Böyle şeyleri temaşadan gözler doymayıp usanmayacakları gibi sıhhat, hakikat ve ciddiyet hesaba katılmak şartıyla düşünmesinden ve hayalinden bile insan ne bıkar ne de usanır.
Fakat susalım. Dikkat edelim. Bakınız daha neler oluyor. İşte birisi geliyor. Yirmi sekiz, otuz yaşlarında bir adam. Ha tanıdık. Rasih Efendi öyle ya! Orta boylu, esmer yağız, koyu kumral saçlı, saçlardan daha koyu bıyıklı, geniş göğüslü, vakarlı ve ileri görüşlü olan bizim filozof Rasih. Ta kendisi.
Rasih kapıdan girer girmez bir kere irkildi. Kapıdan girerken hâl ve tavrı pek tabii idi. İrkilince, vaziyet ve tavrı değişti. Tabii değil mi? Halı üzerine serpilmiş olan mektup parçalarını gördü. Eğildi, en büyük parçayı aldı. O ne? Nazarıdikkat ve ehemmiyetine sebep oldu. Birini daha aldı. Ona da göz gezdirdiğinde beti benzi uçtu. Büyük olan heyecanından elleri titreyerek birkaç parçayı daha aldı. Başındaki saçlar dimdiktiler. Gözleri parıl parıl parlamaya başladılar. Ağzından iradesi dışında:
“Vay hain Tosun, vah benim zavallı Sanihacığım!” sözleri döküldü. Bir aralık elini alnına koyup sendelemek vaziyetiyle ayakta durdu. Mutlaka delikanlının gözleri kararıp beyni dönmüş olmalıdır. Bu hâl beş, on saniye kadar ancak devam ettikten sonra olanca kuvvetiyle nefsini zorluyormuş gibi bir tavır aldı. İşte yerdeki mektup parçalarını topluyor. Elinde oluşan terlere dikkat ettiniz mi? Bu terler mutlaka buz gibi soğukturlar. Ecel terleri gibidir. Hem gazaplı, hem de ümitsiz olan bu tavrı başka türlü izah edemezler.
Yerde bir tane bile kâğıt parçası kalmadı. Rasih hepsini birer birer topladı. Tam bu işi bitirdikten sonra dışarıda gelen bir ayak patırtısı Rasih’i fena hâlde ürküttü. Birisi geliyor, kadın gelişi. Mini mini adımların patırtısı kadın elbisesinin hışıltısı buna hükmettiriyor. Hanım geliyor, Saniha Hanım.
Hayır! Saniha Hanım değil. Başka birisi, bir cariye. Hanımın hizmetine mahsus olan Peyker.
Peyker dahi her zamanki tabii hâliyle, yani mütevazı ve nazikâne tebessümleri bayağı güzel sayılabilecek yüzüne ziynet verdiği hâlde gelip odaya girmiş iken, efendisini her zamanki tabii hâlinden çıkmış ve bambaşka, hem de korkunç bir hâle girmiş görünce o da hayretinden buz gibi dondu kaldı. Rasih titrek ve kesik bir seda ile kıza bir şeyler söylemeye, Peyker dahi cevap vermeye başladı. Şu muhavereye dikkatli kulaklarımızı hasretmeliyiz.
Rasih: “Peyker! Başka defalar dahi hanımefendi böyle kâğıtları yırtıp ortaya atar mı?”
Peyker: “Bazı bazı atar efendim.”
“Ee, sen bunları gördüğün zaman ne yaparsın?”
“Böyle sizin topladığınız gibi toplar, şömineye atarım efendim.”
“Öyle ama şömine her zaman böyle yanmaz ya?”
“Yine şömineye atarım da bir de kibrit yakıp ızgaranın altından tuttuğum gibi cüzice bir mavi dumandan sonra kâğıtlar alevlenir ve yanar gider.”
“Öyle ise bugün dahi öyle yapmış olacaksın.”
“Başüstüne efendim!”
“Yok ama öyle alelade bir başüstüne değil. Bunları sen toplamış, sen şömineye atmış, sen yakmış olacaksın. Dediğimi anladın mı? Meramımın ne olduğunu anlayabildin mi?”
Âciz cariyenin efendide gördüğü fevkalade hâlden dolayı korkusunun gittikçe artmakta bulunduğu ortadadır. Gerçi Rasih, hiddet göstermemek, gürültü ve patırtı etmemek için son dereceye kadar nefsini zorlayarak daha sakin bir şekilde söz söylemek istiyor idiyse de tabii hâli buna müsaade edebilir mi? Dolayısıyla son sualine vereceği cevabı Peyker âdeta korkusundan titreyerek veriyor. Diyor ki:
“Başüstüne efendim, nasıl emrederseniz…”
“Hayır Peykerciğim. Sadece bir başüstüne yetmez. Bana ve daha doğrusu asıl hanımefendiye ciddi ve hakiki bir hizmet görmüş olmak istersen bunu böylece dediğim gibi yapmış olacaksın.”
“Hiç efendime, hanımıma hizmet etmek istemez miyim?”
“Pekâla, bu hizmetini bana kaça satarsın?”
“Aman ya Rabbi, a beyim hiç hizmet satılır mı?”
“Evet, bu hizmet satılabilir; hem de istediğin kadar pahalı satılabilir. Seni azat etmek mukabilinde bu hizmeti görmüş olmaya razı olur musun?”
“Aman efendim!”
“Bir de mükemmel bir çeyiz takımı.”
“Vallahi beni korkutuyorsunuz efendim.”
“Dört odalı bir de ev. Fakat şayet bunları sen topladığından sen ateşe attığından başka türlü bir şeyi hanımefendiye söyleyecek olursan ben hanımefendinin hâlinden tavrından işi derhâl anlarım. O zaman bu dediklerime nail olmak şöyle dursun, bilakis kahrıma duçar olursun. Zira hanım bu işin doğrusunu yani şu kâğıt parçalarının benim elime geçtiğini duyacak olursa evimiz, barkımız yıkılacak. Hepimiz perişan olacağız. Biz perişan olacak olursak artık seni ne yapacağımı sen düşün. Yok, birkaç hafta bana tabii olarak sözümden çıkmayıp bana yardım ederek çalışacak olursan hepimiz mesut, hepimiz bahtiyar olacağız. O bahtiyarlığa senin himmetin ile nail olmuş olacağımızdan, mükâfat olarak dediğim şeyleri tümüyle yaparız. Seni gönlünün istediği bir kocaya vererek seni de bahtiyar ederiz. Anladın mı kuzum?”
“Ben efendilerimin hoşnutluğundan başka bir şey istemem efendim!”
“Öyleyse beni görmemişsin. Ben bu odaya gelmemişim. Bu kâğıt parçalarını görmemişim. Toplayıp alıp götürmemişim. Anladın mı? Onları sen toplayıp ateşe atmışsın. Hatta ben henüz konağa bile gelmemişim.”
“Anladım efendim, başüstüne efendim, hiç merak etmeyiniz efendim!”
Bu talimatı Peyker’e veren Rasih şu işteki ehemmiyeti bu sözlerden ziyade hâl ve tavrıyla Peyker’e anlatmış olduğuna hiç şüphemiz kalmamıştır. Aman ya Rabbi, o ne hâl, o ne tavır? Bu hâlden bu tavırdan korkmamak en metin en yürekli erkeklerin bile kârı değildir. Nerede kaldı ki âciz bir cariye, zayıf yürekli bir kadın korkmasın.
Komedya