Ахмет Мидхат

Taaffüf


Скачать книгу

âdeta lal oldu kaldı.

      Zavallı cariye bu hâllere nasıl duçar olmasın ki. Yıldırım kızgınlığıyla odaya giren hanımın kendini görecek gözleri yoktur. İşte gözlerinden şimşekler çakıyor. Birer ateş parçası hükmünü alan gözlerini halının üzerine dikip her tarafa gezdiriyor. Sanki bir şey kaybetmiş de onu arıyor. Yerlere o kadar dikkatli bakıyor ki aradığı şey bir pul iğnesi olsa görüp bulabilecek. Evet, iğneyi görüp bulabilecek ama pencere dibindeki koskocaman cariyeyi göremiyor.

      Neden sonra Peyker’i de gördü. Dikkat ediyorsunuz ya? Peyker’i gördü ama gözlerinin Peyker’e tesadüfü sanki bir umacıya rast gelmiş imiş gibi o genç o güzel kadını ürküttü. Bilmelisiniz ki Saniha güzel olduğu kadar da mağrurdur. Bu âcizlik hâlini, bu yaratılışça olan zaafını bir cariyeye göstermek istemez. Dolayısıyla Rasih derecesinde büyük bir azim ile o da nefsini zorlayarak Peyker’i konuşturmaya başladı.

      Saniha: “Peyker, efendi gelmiş öyle mi?”

      Peyker: “Görmedim efendim.”

      “Gelmiş gelmiş, hatta buraya girmiş.”

      “Görmedim efendim, ne zaman gelmiş?”

      “Şimdi gelmiş.”

      “Ben deminden beri buradayım. Siz buradan çıkar çıkmaz ben geldim. Çıktığınızı duydum da belki bir hizmetiniz vardır diye geldim. Fakat ne efendiyi gördüm, ne başka bir kimseyi.”

      “Buraya girdiğin zaman ortalıkta neler gördün?”

      “Birçok kâğıt parçaları gördüm.”

      Hanımda bir hareket! Zavallı kadıncağız nefsini zorlamakta gücü kalmayarak bütün metanetini kaybetti. Sanki Peyker her sırra vâkıf olmuş. Dudakları titreyerek sordu ki:

      “Onları ne yaptın?”

      “Ne yapacakmışım? Hepsini toplayıp şuraya ateşe attım.”

      “Yalan söylüyorsun!”

      “A! Size yalan söylemek benim haddim mi? İlk defa olan bir şey değil ya? Her zaman yere attığınız kâğıtları toplayarak ateşe atmaz mıyım?”

      “Öyledir de… O hâl ve şanındaki perişanlık ne? Büyük bir fenalıktan korkmuşsun gibi görünüyorsun.”

      “Gerçi öyledir. Sizi bu perişan hâlde görüp de sadık bir kulunuz olduğum hâlde ben de nasıl perişan olmam? Allah aşkına merhamet buyurunuz efendim! Size ne oldu, neniz var? Ben de bileyim ki çare olarak elimden ne gelebilirse onu yapayım.”

      Oh! Cariyenin şu yakınması biçare Saniha’ya gereği gibi teselli verdi. Bakınız, bakınız rengindeki morluk âdeta yok oldu. Yüzünde tebessüm alametlerini göstermeye dahi nefsini zorluyor. Hele cariyeye:

      “Gerçekten o kâğıtları toplayıp kendi elinle şömineye attın mı Peyker? Buna emin olayım mı?”

      Sualini sorup da Peyker tarafından dahi:

      “Evet efendim, her zaman nasıl yapıyor idiysem bugün dahi öyle yaptım.” cevabını aldığı zaman daha ziyade mutlu göründü. Lakin tamamıyla da emniyet edebilir mi ya? Gidip şömineye baktı. Evvelce yakmış olduğu fotoğrafın mukavvasının külü hâla orada. Hatta mukavvanın etrafı yaldızlı olduğu gibi resmin altında fotoğrafçının ismi de yaldızlı harfler ile matbu olarak o yaldızlar ise yanmamış. Parıl parıl parlayıp duruyorlar.

      Peyker’in “Yaktım.” dediği kâğıtların külünden hiçbir eser görülmediğine dikkatle bunu da Peyker’den sual eyledi.

      Aferin Peyker, yine zeki kız imiş be! Hanımın sualini müteakip hiç tereddütsüz ve hiç renk vermeden:

      “Ateş pek hızlı yandığı için kâğıtların küllerini dahi baca çekip götürdü. Besbelli bu mukavva parçası ağır olduğu için uçamamış.” dedi. Nasıl, Peyker’in yalancılığına ne dersiniz? Korku bu, korku insana her şeyi yaptırır. Hele yalancılığı o zamanlarında iyi konuşur.

      Peyker’in yalanı Saniha Hanımefendi’yi tamamıyla tatmin edip memnun ettiğine inanacağız. Zira o dahi bu işin efendiye haber verilmemesi için cariyeye sıkı sıkı tembihlere girişti. Peyker’den:

      “Allah Allah, evin hizmetini nasıl gördüğümüzü de efendiye anlatacak değiliz ya! Bugün şu odayı böyle süpürdük, kanepeyi sandalyeleri böyle sildik, eşyanın tozlarını şu şekilde aldık diye her gün, her şeyi sayıp döküyor muyuz ki bu akşam topladığımı birkaç kâğıt kırpıntısını şömineye attığımızı da haber verelim.” cevabını aldığı zaman iradesi dışında bir tebessüm ile o güzel yüzü gerçek hâline döndü ki bu tebessümün manası: ‘Cariyenin hakkı var. Yerden birkaç parça kâğıt kırpıntılarını kaldırıp şömineye atıvermekte ne ehemmiyet olabilir? Ben de deli gibi şu küçük iş hakkında zanda bulunuyorum.’ düşüncesinden ibaret olacağına şüphe edemeyiz. Bununla beraber o gün yazıhanede uzun uzadıya yazı yazmış olduğunu da münasebetli olsun münasebetsiz olsun efendiye söylememesini Peyker’e tekrar tekrar tembih ederek:

      “Gideyim efendiyi bulayım.” dedi çıktı, gitti. O çıkıp giderken Pey-ker dahi arkasından bakıp iradesi dışında birkaç defa başını salladı ki asıl manalı bir hareket sayılacak ise o da bu idi.

      2

      TURFANDA-TURFA

      Hayalimizi sevk etmiş olduğumuz şu konak içine hayalimizle girmemizi müteakip karşılaştığımız bu hâller pek acayip ve garip şeylerdir, değil mi? Hâlbuki bunların ehemmiyeti de garipliğinden aşağı kalmaz. Bu gibi şeyler sırf eğlence tarzında telakki olunamazlar ve olunmamalıdırlar. Bunlar “sosyoloji” denilen ve insanların sosyal hayatlarında karşılaştıkları hikmetli, önemli ve ince işlerdir. İnsanların sosyal hayatları içinde hakiki olan bahtiyarlığı ve bedbahtlığını ortaya çıkarıp hüküm verdirilecek şey, işte bu meselenin mukayese ve muhakemesi sonucunda ortaya çıkar. Ama bu muhakeme ve mukayese, yalnız eğlence için roman okuyanları vazifeli kılacak şeylerden değildir ya! Onlar âlimlerin ve filozofların işleridir. Roman okuyucuları ise okudukları şeylerden alabilecekleri ibreti almakta ve hatta almamakta dahi serbesttirler. Onlar yalnız kendi eğlencelerine bakarlar. Yine öyle bakadursunlar da biz şu aile hakkında biraz daha bilgi verelim:

      Bu familyanın ortaya çıkış tarihi asıl Girit’ten başlar. Telemak mütercimi Kâmil Paşa merhumun “Hikmet-i Minos” diye tanıttığı akıllı, adaletli ve anlayışlı filozof Minos’un vatanı ki büyük ve fevkalade bir hikmetle oluşturduğu kanunlar, birçok kavim tarafından asırlarca kullanılmış ve dolayısıyla Yunan filozofları arasında onun namını mabutlar mertebesine çıkartmıştır. Hakikaten, bu memleket dünyada acayip bir yer sayılmaya layıktır. Mevki ve heves ehlinin letafetiyle beraber nedir acaba o memleketteki o hâl, o sır ki ahalisi hem güzellikçe, hem de diğer güzel vasıflarca diğer kavimlerden daha üstün oluyor. O hakikati ispat için bizce o memleketin en eski tarihlerine gitmeye gerek yoktur. En yeni ahalisi olan Müslüman ahalisini incelemek dahi bu hakikati nazarımızda ispat eder. Ana lisanları Rumca olduğu hâlde Girit’in Müslüman ahalisi dahi lisan ve diğer eğitim öğretim ve ilim konularında diğer Osmanlı topraklarında yaşayan ahaliden geri değildirler. Ezcümle Aziz Efendi merhum ki yalnız “Muhayyelat” adlı meşhur eseri yazmamıştır. Tasavvuf konusundaki eserleri ve diğer birçok edebî makaleleri ve hikmetli eserleriyle Osmanlılığa ve Müslümanlığa öncü olmuş meşhur şahsiyetlerdendir. Ya asrımızda yaşamış olan Sırrı Paşa Hazretlerine ne dersiniz. Birçok edebî eserine ek olarak tefsir yolunda ortaya koydukları o nefis eserleri ki her birisi kendi alanlarında fevkalade olan bir kıymettedirler.

      Bu ahalinin, malum memlekette doğdukları hakkındaki rivayetler muhtelif ise de hangisinin