Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Gönül Hanım


Скачать книгу

üftüoğlu

      (3 Haziran 1870 – 19 Mayıs 1927)

      Dedeleri uzun süre müftülük yaptığından dolayı Müftüoğlu lakabıyla anılan ve aslen Moralı olan bir aileye mensuptur. Yedi yaşında kaybettiği babası Yahya Sezai Bey tasavvufla ilgilenen ve şiir yazan bir kişidir. Babasının ölümü üzerine ağabeyi Refik Bey’in himayesinde yetişen Ahmet Hikmet, ilköğrenimine Dökmeciler’deki mahalle mektebinde başladı, sonra Aksaray’daki Mahmudiye Vakıf Rüştiyesi ve Soğukçeşme Askerî Rüştiyesine devam etti. Daha sonra Galatasaray Sultanisine girdi. Buradan mezun olduktan (1888) sonra Hariciye Nezareti (Dışişleri Bakanlığı)’nde görev aldı. Pire, Marsilya, Poti ve Kerç konsolosluklarında çeşitli görevlerde bulundu.

      1896’da İstanbul’a döndükten sonra Umur-ı Şehbenderi Kalemi serhalifeliğine tayin edildi, Suat Hanım’la evlendi. Hariciye Nezaretindeki görevini, Galatasaray Lisesindeki Türkçe ve Edebiyat hocalığıyla beraber yürüttü. 1908’de Umur-ı Ticariye Umum Müdürlüğüne getirildi; bu görevinin dışında Darülfünunda Fransız ve Alman edebiyatı tarihi ile estetik dersleri verdi. 1912’de Peşte başkonsolosluğuna atandı. Bu görevi 1918’e kadar yürüttü. 1920’de savaş gereçleri ile ilgili bir komisyon başkanı olarak Peşte, Viyana ve Berlin’e gönderildi. Eşi Suat Hanım’ın vefatı üzerine İstanbul’a döndü. 1924’te Halife Abdülmecit Efendi’nin başmabeyinciliğine, 1926’da Ankara’da Hariciye Vekâleti Umur-ı Şehbendireye ve Ticariye Genel Müdürlüğüne, bir süre sonra da Hariciye Vekâleti Müsteşarlığına getirildi.

      Hastalığından dolayı bu görevinden istifa ederek İstanbul’a döndü. Anadolu-Bağdat Demir Yolları İdare Meclisi üyeliği görevini yürütürken, uzun süredir tedavi gördüğü hastalığından kurtulamayarak vefat etti.

      Edebiyata ilgisi öğrencilik yıllarında başlayan ve ilk şiir denemelerini de bu sıralarda yapan yazarın ele geçen en eski şiiri, 1887’de yazdığı Saadet-i Mehtap adlı şiirdir. Yazı hayatının ilk devresi olan 1890-93 arasında Servet-i Fünûn dergisindeki edebî yazılarının yanı sıra, başka dergilerde fen bilimleriyle ilgili yaptığı çeviriler yayımlanmıştır. 1894-1900 yılları arasında Servet-i Fünûn’da yayımladığı topluluğun dil ve edebiyat anlayışını aksettiren küçük hikâyelerinde, birkaçı dışında çoğunlukla aşk, aile hayatı konuları işlenmiştir.

      1908’den sonra Türkçülük ve Yeni Lisan düşüncesini benimseyen Ahmet Hikmet, Türk Derneği, Türk Yurdu ve Türk Ocağı’nın kurucu üyeleri arasında yer alarak Türk Derneği, Türk Yurdu dergilerinde ve İkdam’da yazılar ve hikâyeler yazmıştır. Konularını Türklükten alan hikâyelerin yer aldığı Çağlayanlar, bu dönemin eseridir. 1920’de yazılan Gönül Hanım ise, millî konuda yazılmış bir romandır.

      Esirler Karargâhı

      1917 yılı Eylül’ü içindeydi. Esir subaylar karargâhından arkadaşları adına alışveriş için Krasnoyarsk (Kızıl-Yar) kasabasına kadar gitme nöbeti, bu hafta Üsteğmen Mehmet Tolun Efendi’nindi. Bu genç subay, harbin başında, maiyetindeki bir çavuş, birkaç erden mürekkep keşif kolu ile beraber geceleyin yanlışlıkla düşman mevzilerine sokulduğundan, geri çekilme yolu kesilerek dizinden yaralanmış ve arkadaşlarıyla birlikte Ruslara esir düşmüştü. Önce Kafkasya’da, Hazar Denizi’nde, ıssız bir adada, ondan sonra Ural’ın doğusunda İrbit şehrinde bir süre tutuklu kaldıktan sonra Sibirya’da Krasnoyarsk’ın altı kilometre kuzeyinde Grodok denilen bu harp karargâhına getirilmişti. İlkin yirmi Türk subayı iken, bir yıl sonra dört yüz elli kadar muhtelif rütbeden subaylar ve amirler burada toplanmışlardı.

      Karargâhtaki tutuklular arasında Türklerden başka Alman, Avusturya ve Macar subayları da vardı.

      Burası, etrafı beş altı metre yüksekliğinde tahta perde şeklinde, kalın çam bölmeleriyle ayrılmış, geniş bir saha idi. Bu, tahtadan yapılmış duvarın dört köşesine, dalyan bekçi yerleri gibi, yüksek nöbetçi kulübeleri kurulmuştu. Subaylar bu geniş avluda dışarı ile ihtilat etmeden gezinirler ve geceleri on ikişer kişilik barakalarda yatarlardı.

      Aylar, hatta yıllar geçtikçe Türkler ile diğer yabancı subaylar daha çok tanışarak yekdiğerlerinin dillerini öğrenmeye ve birbirlerinden manen istifade etmeye başladılar. Artık bu felaket arkadaşları, aralarında ayrı veya karma kulüpler açıyorlar; konserler veriyorlar; dışarıdan kitaplar, gazeteler, dergiler getirterek derneklerine bağışlıyorlar; Poli tipi usulüyle gündelik, haftalık gazeteler, dergiler çıkarıyorlardı.

      Türkler arasında siyaset ve fenden bahseden Altay ve edebî Vaveyla gazeteleriyle “Osmanlı İdman Yurdu”nun ilk harflerinden teşkil olunan (ayın + elif + ye) Ay ve durum, tutumları tenkide değer arkadaşların kusurlarını zariflikle alaya alan Panaroma ve Güzel Sanatlar Akademisinden mezun bir yedek subay tarafından çizilen ve resimlendirilen Boyama dergileri bu karargâhın kültürlü subaylarının fikrî meşgalelerini teşkil ediyordu.

      Bu askerî hapishanenin etrafında açılan bazı dükkânların sahipleri ile Krasnoyarsk’taki bakkallar, ekseriyetle Müslüman Tatarlar olduklarından, subaylarımızdan varlıklı bulunanlar beslenme hususunda sıkıntı çekmezler, ara sıra bunlardan veresiye alışveriş de ederlerdi. Tatar dindaşlarımız, esirlerimizin pek çok ihtiyacını temin ederdi.

      Bugün Mehmet Tolun’un maiyetine bir Tatar er ayrıldığı için genç subay ısmarlananları aldıktan sonra bunları ere vermiş, kendi yalnızca bir kitapçı dükkânına girerek vaktiyle ısmarladığı Radloff, Thomsen, Le Coq gibi müsteşriklerin1 Ural-Altay dilleri ve milletleri hakkındaki neşriyatından beş on cilt kitabı almıştı. Hava yağmurlu olduğundan bir lokantada oturup kitapları karıştırmaya başladı.

      Tolun, Harp Okulunda okuduğu Rusçasını ve daha sonra öğrendiği Almancasını, burada yerli ahali ve inzibata memur Ruslar ve Alman arkadaşları sayesinde ilerletmişti. O derece ki, her iki dilde yazılı ilmî eserleri -sık sık müracaata mecbur olduğu lügat kitabıyla da olsa- anlayabilecek bir iktidar kazanmıştı.

      Bu subay, o sırada yandaki masada oturan bir taze kız ile Rusça, Fransızca kelimelerle karışık Tatarca konuşan, samur kalpaklı, az bıyıklı, sarışın bir Tatar gencinin dikkatini çekti. Tatlı bir iki bakışmadan sonra her iki masa arasında konuşma görüşme başladı. Türk subay yerini, esirliğini anlattı. Boş vakti olduğunu ve Türklerin, Ural-Altay milletlerinin menşeileri, dilleri hakkında meşhur müsteşriklerin etraflı incelemelerinin sonuçlarını anlamak istediğini söyledi. Tatar genci kendisini takdim etti:

      “Ali Bahadır Kaplanof. Kız kardeşim, Gönül Hanım Kaplanof!”

      Subay, sakin fakat metin bir asker tavrı ile cevap verdi:

      “Niçin Kaplanof? Kaplanoğlu demek daha yakışmaz mı?”

      Ali Bahadır Bey tanışmanın ilk dakikasında, hiç beklemeden karşılaştığı bu itiraz üzerine biraz durdu ve yutkundu. Fakat kız kardeşi atıldı ve edalı bir saflıkla Tolun’un dilediği cevabı verdi:

      “Subay Bey’in hakkı var. Taklide, benzeşmeye sebep ne? Bizim de bir büyük milletimiz, tarihimiz, varlığımız yok mu? Baştan başa bütün Asya’yı, bir kısım Afrika’yı, Fransa sınırlarına kadar Avrupa’yı istila eden bizim ırkımız olduğu hâlde bu asaleti ne çabuk gönlümüzden çıkardık? Biz benliğimizi tanımazsak, kimse bizi tanımaya tenezzül etmez. Başkasının artığını yiyen, elbisesini giyen saygıya layık değildir… İşte ben kartımı düzeltiyorum!”

      Çantasından zarif, küçük, deri bir cüzdan çıkardı.

      Onun içindeki kartvizitlerin son kelimelerini şöyle değiştirdi: Kaplankızı.

      Şimdi şaşırma sırası Mehmet Tolun’a gelmişti. Nasıl oluyor da yirmi dört yaşında tahmin ettiği Sibiryalı bir Tatar kızı bu kadar muhakemeli bir görüş belirtebiliyordu? Bu hayret çok sürmedi. Bir iki dakika sonra anladı ki Gönül Hanım, Paris Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden mezundu.

      Ali Bahadır Bey susuyor ve düşünüyordu. Nihayet:

      “Evet.” dedi. “Hakkınız var.”

      Şimdi bu bahis değişmişti. Kitaplar birer birer karışıyor, yaprakları kesiliyor, resimlere bakılıyor, dil ve coğrafya hakkında umumi fikirler ileri sürülüyordu. Mehmet Tolun, alçak gönüllü bir tavır takınarak:

      “Evet…”