Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Gönül Hanım


Скачать книгу

laklak etmekten, güzel çaylar içmekten ve zakuska denilen Rus mezelerinden yemekten ibaret kalırdı.

      Petersburg’daki Rus asilzadeleri arasındaki bazı aşinalar ve muhafızlara serpiştirilen bahşişler yardımıyla Kont Zichy artık esirler karargâhından kurtulmuş, Krasnoyarsk kasabasında bir küçük ev kiralamıştı. Resmen nezaret altında fakat gerçekte tamamen serbestti. Kendisinde şüpheyi çekecek bir hareket de görülmüyordu.

      Şubat başlangıcından itibaren Kazan’dan ve Moskova’dan Kaplanof (henüz ticari adını değiştirmek kabil olamamıştı) Ticarethanesi memurları tarafından Baykal Gölü’nün kuzeydoğusunda bulunan Udinsk kasabasındaki acenteye sandıklar içinde birtakım mallar gönderiliyordu. Bunlar görünüşte havyar, galoş ve sahtiyan6 mamulatı idi. Fakat gerçekte kutu kutu konserve yemekler, çadırlar, fotoğraf ve topoğraf işlerine yarayan aletler ve tıbbi ecza idi. Gönül Hanım harp münasebetiyle altı ay kadar Kazan’da hasta bakıcı okuluna girmiş ve oradan diploma almıştı. Bu cihetle bir hadise olursa sefer heyeti üyeleri iyi bakılacaklarından emindiler. Kont Zichy ve Bahadır, ev doktorluğu üzerine Almanca ve Rusça yazılmış kitaplar aldılar ve Çin Türkistan’ı tundra ve bozkırlarındaki hastalıkların tedavisini ve zararlı böceklerin sokmalarına karşı tedbirleri öğrendiler.

      Gönül Hanım Sefer Heyeti

      Şubatın yirminci gecesi saat on birde, Moskova’nın demir yolu istasyonundaki lokantadan, küçük çiftlik sahipleri veya büyücek bir kasabada dükkân sahibi oldukları hâllerinden anlaşılan temiz, sade giyinmiş üç kişi ile bir kadın çıktı. Bunlardan her biri kendi eşyasını taşıyordu. Yolcular arasından geçerek kapının yanındaki pencere önüne gidip pasaportlarını kaydettirdiler. Zabıta memuru bağırdı:

      “Yuvan Buğdanof!”

      Mavi gözlü, koyu lepiska saçlı, bıyığı tıraşlı, çatal sakallı bir zat ilerledi, sarhoşça bir selam verdi:

      “Sahtiyan taciri. Udinsk yoluyla Çin’e gidiyorum.” dedi.

      Memur pasaporta bir damga bastı ve “Geç!” dedi. Memur şimdi ikinci pasaportu aldı:

      “Tola Atmanof!”

      Bu zat elektrik ışığının yan tarafına geçerek “Havyar taciri. Udinsk yoluyla Çin’e.” dedi. Zabıta memuru bir süzdü. Karşıdan bir dikkat eden olsaydı; bu gencin ellerinin titrediğini ve yüzünün sarardığını görecekti.

      “Geç!”

      “Ali Bahadır Kaplanof ve hemşiresi Kaplanova!”

      “Deri taciri, Çin’e, Udinsk yoluyla.”

      “Geçiniz!”

      Bu dört kişi heyecan ile kapıları açık duran vagonlara hücum etti. Bir telaş ve şaşırmış hâlde o vagondan bu vagona konuşarak nihayet Ali Bahadır’ın “Bu tarafa!” diye çınlayan bir emriyle birinci mevki bölmelerinden birine girdiler.

      Kadın, küçük paketleri ve diğerleri de büyücek çantaları raflara yerleştirdiler. Gönül Hanımı pencerenin yanına oturttular. Yanına kardeşi geçti; karşılarına da Yuvan Buğdanof ile Tola Atmanof yahut hakiki adlarıyla Kont Zichy ve Mehmet Tolun oturdular. Beş dakika sonra tren hareket ettiği zaman Tolun Bey bütün ruhuyla “Bismillahirrahmanirrahim!” dedi.

      Kont ilave etti:

      “Bu da oldu!”

      Ve altın sigara kutusunu çıkardı. Arkadaşlarına birer zıvanalı sigara ikram etti. Bu sırada Gönül Hanım gülerek dedi ki:

      “Tolun Bey, istasyonda pasaport memurunun karşısında o kadar korktunuz ve sarardınız ki sizi bir ecel kazasına uğrayacaksınız, yüreğinize inme inecek sandım; ben de sizinle beraber titremeye başladım.”

      Genç subay bu latifeden hoşlanmadı.

      “Feyzi-i Hindî adında Hindistan’da yetişmiş bir Türk şairi vardır. Farisî olan şiirlerinden size bir beyit okuyayım:

      Der kişver-i mâ mir-i ecel râh nedâret

      Ez merk nemîden ve uzrâ neşinâsîm.

      Manası: ‘Bizim memleketimizde, yani Türklerin memleketinde, ecel beyinin yolu yoktur. Biz ecelimizle ölmeyiz ve taziyet -baş sağlığı- dileme tanımayız.’ Onun için benden ölüm korkusu beklemeyin Gönül Hanım. Çekinmem; memur, şüpheye düşüp de bu mukaddes hizmetten bizi mahrum etmesin düşüncesiyleydi. Vatanımdaki gençlerin belki yüzde otuzu eceliyle ölmemiş, savaş meydanlarında veya kışlalarda can vermiştir, öyle olmasaydı, birkaç kadınla evlenmenin mümkün olduğu memleketimde nüfus fazlalığı Rusya ve Almanya’yı geçerdi. Vatan sathı insanı kıt bir harabe hâlinde kalmazdı.”

      Bu konuşma, Kont’un da anlayabilmesi için Fransızca cereyan etmişti. Hadise bir dakikada unutuldu, şimdi millî bir vazife yapmaktan doğan bir sevinçle mutlu idiler. İçleri gülüyor, yüzleri gülüyor, gözleri gülüyordu; göğüsleri kabarıyordu. Aralarında en çok iftihar eden ve gururlanan Mehmet Tolun’du. Çünkü hiçbir Osmanlı Türk’ü kendisinden önce böyle tarihî ve ciddi bir maceraya atılmamıştı. Bu koca millete ilmî bir maksat uğrunda seyahat eden ilk kâşif kendisi olacaktı. Bu fedakârlığı, vatandaşları için örnek alınmaya değer bir çığır açacaktı. Türk tarihine ettiği hizmete karşılık adı gökleri tutacaktı. Hayatı, tahsili boşuna geçmemiş ve yurduna faydalı bir adam olmuştu. Bu ne değerli bir şerefti. Her genç Türk de kendisi gibi düşünse, kendisi gibi fedakâr olsa, bu talihsiz, bu ümitsiz milletin otuz, kırk yılda, medeni milletler arasında pek yüksek bir mevkisi olurdu. Bu saf düşüncelere yoldaşları katılamazlardı. Kont Zichy’nin mensup olduğu Macarlardan, kavimleri incelemek uğrunda seyahat edenler vardı. Tatar arkadaşları için bu yollar, ilmî bir amaç olmaksızın, kaç kere geçilmişti. Seyahat evrağı ve askerî belgeler, sahte olmakla beraber, muntazam bulunduğundan, bu uzun tren yolculuğunda sıkıntı çekmemişlerdi. Bazı istasyonlarda birkaç defa pasaportlarını, belgelerini yokladılar. Zorluk çıkaran olmadı. Sibirya’nın durgun ve ıssız, kardan bembeyaz olan bozkırlarına, tundralarına vagonun penceresinden baktıkça, Mehmet Tolun’un gözleri dalar, yurdunu, ailesini ve arkadaşlarını düşünürdü. Tren, istasyonlarda uzun müddet kalmadığından, bunlar, yol üstündeki kasabalarda birkaç saat dolaşıp hareketsizlikten doğan yorgunluklarını geçiriyorlar ve bu sayede de bazı ehemmiyetsiz eksiklerini tamamlıyorlardı.

      Seyahat sırasında Kont, Gönül Hanım’ın etrafında pervane gibi uçar, dolaşırdı. Tolun, kadınlara karşı ne kadar çekingen, ne kadar beceriksizse, bu Macar asilzadesi o derece girgin ve dalkavuktu. Kont, trenin uzunca durduğu her istasyonda ne yapar yapar Gönül’e bir kutu şekerleme, bir demet çiçek veya levazımıyla bir bardak çay bulur, getirirdi.

      Çok defa tahtadan yapılmış sade, maskara oyuncaklar bile takdim ettiği olurdu. Zavallı Tolun da her zaman bir hediye almayı kurar, arar, sorar, döner, dolaşır; hiçbir şeye karar veremez, nihayet eli boş, utanarak hareket etmek üzere olan trene güç yetişirdi. Bu beceriksizliğin cezasının en acısı Zichy’nin getirdiği tatlı ve çerezlerden Gönül’ün ayırıp Tolun’a da vermesi ve subayın bunu kabule mecbur olmasıydı. Bu pek ehemmiyetsiz mesele subayın vakarına pek dokunur ve neşesini kaçırırdı. Kendisinin de istasyonlarda satılan sütlü kahveden, çaydan alıp getirmesi kabildi. Fakat buna da Kont’u taklit manası verilebilirdi. Bu düşünce Tolun’a ağır geliyordu. Bu hâl karşısında kalbinde Kont’a karşı bir kıskançlık uyandırıyorduysa, kusuru yine kendi beceriksizliğine ve belki de güçlük çıkarma huyuna bağlıyordu. Zichy’ye karşı duyduğu kıskançlık bir hakka dayanmıyordu. Belki erkeklik kibrinin incinmesinden doğuyordu.

      Bir sabah İrkutsk istasyonuna vardıkları zaman vagondan