Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Gönül Hanım


Скачать книгу

Bahar tatlı renklerini, ince kokularını serpmeye başlamıştı. Etrafta öbek öbek iri mavi laden çiçekleri açmıştı, iki taraflı yarların sırtlarında göğün maviliklerini örten, yeşil ulu çamlar ince parmaklarıyla, uzaktan üzerimize, nazik bir rüzgâra sarılmış yeşillik kokuları, hafif bir güneşe bürünmüş bir orman ahengi saçıyor. Yanaklarımız, ellerimiz bu okşamalarla gülüyor, güzelleşiyor gibiydi. İki buçuk aydan beri bizi kovalayan dondurucu ayazların, kar tipilerinin eziyetlerini bir dakikada unutuverdik.

      Kont gülerek dedi ki:

      “Mademki atalarımızın yurduna erdik; onların ruhlarını şad etmek için âdetlerini ihya edelim. Buraya kadar kardeş gibi aynı duygu, aynı istek ile geldik; buradan öte de bu samimiyeti muhafaza için kan kardeşi olalım, ant içelim.”

      Bu âdet Türkiye’de hâlâ caridir. Kont bu sırada, ellerini temiz yıkadıktan sonra parmağının ucunu çakısıyla deşerek birkaç damla kan çıkardı. Bunu gören tercümanımız Mengüberdi hemen bir kâse kımız getirdi. Zichy, kızıl kanını bu beyaz sıvının içine damlattı. Arkadan ben ve Ali Bahadır da aynı suretle bileğimizden, kolumuzdan birkaç damla kan döktük. Sonra kâseyi karıştırarak içindeki sıvıyı bardaklara taksim ettik ve yekdiğerimizin afiyetine içtik. Gönül Hanım da bu ecdat ayinine uymak istedi. Fakat Macar asilzadesi:

      “Hayır, matmazel, size riayete esasen borçluyuz, sizinle aramızda herhangi bir anlaşmazlık çıkma ihtimali yoktur ki canınızı acıtmaya lüzum görülsün.”

      Ben de ilave ettim:

      “Kadınlar arasında ant içmek mutat olmamıştır.”

      Sibirya sınırından, Kâhta’dan ayrılalı beş gün oldu. Bu beş günlük yolculuğu bataklıkları, uçurumları, ormanlar arasında çürük ağaç yıkıntılarıyla dolmuş geçitleri aşarak bitirdik. Ken Dağları’nın Kentei girift silsilesini güçlükle geçtikten sonra Karan Koui Boğazı’na vardık. Bu akşamı Urga’da, seyahatimizde rastladığımız ilk Moğol kasabasında, Moğolların mukaddes bir yurdunda geçireceğiz. Demek aile arasındayız.

      Bir zaman adları Avrupa’yı titreten atalarımızın, Tukyuların, Hunların, Türklerin, Moğolların beşiği, mezarı, geçidi, meydanı olan, şimdi ıssız duran bu yerlerde bir gün gelecek fabrika bacaları yükselecek, lokomotifler çığlık koparacak…

      Bir vakitler ok ve kargı taşıyan ecdadımızın torunlarının elleri bundan sonra manivela, demir çarklar döndürecek, işte o zaman belki bir ikinci hercümerç olacak…

      Akşamüstü sular kararırken, dar geçitlerden, birer tapınak olduğunu haber verdikleri, sıralanmış yarım çam bölmelerinden yapılmış tahta perdeler içindeki birer katlı binaların önünden, bu dakika tenha olan pazar meydanından geçerek, yanı sıra kirli bir derecik akan ensiz bir yolun nihayetinde, kılavuzumuzun ihtarıyla kerpiçten bir kulübe önünde durduk. Burası Sibiryalı bir tüccarın evi imiş ve günde beş ruble ücretle kiralamışız.

      Gönül Hanım pek yorgun görünüyor. Ben ise bir Moğol evinde yatmak istiyordum. Bunu teklife cüret edemedim.

14 Mayıs

      Moğolların dinî merkezi olan Urga şehri iki kısımdan mürekkeptir. Araları altı kilometredir. Her iki kısım da Tula Irmağı’nın sağ tarafındadır. “Boğdukura” yani mukaddes mabet denilen birinci kısımda yalnız Moğollar yaşar. Burada Lama mezhebine ait tapınaklarla Canlı Huda’nın eski bir sarayı vardır. Maymaçin denilen ikinci kısmında ise Çinliler oturmaktadır.

      Moğollar buraya “Urga” adını vermiyorlar. “Buğdul kura”8 veya sadece tapınak manasında “Kura” diyorlar. “Urga” adı ise tercümanımızın iddiasına göre Ruslar tarafından bu kasabaya “urta, orta” kelimesinden galat olarak verilmiştir. Kâhta şehri Moskof tarafından tesis olunduktan sonra buraya ticaret için gelen Moğollara sorulan “Nereden geliyorsun?” sorusuna mütemadiyen güneyden ve daha doğrusu, Sibirya ve Çin’e nispeten “Ortadan geliyorum.” demek olan, “Urtas yaucu vaynam.” cümlesinin ilk kelimesinden Urga adı çıkıvermiştir. Ben de Gönül Hanım’a İstanbul’un da Rumca “İs tin polin” yani “şehre” veya “şehirde” tabirinden galat olarak alındığını anlattım.

      Moğollar mabetlerini ateş, su, maden, toprak ve odundan mürekkep mukaddes saydıkları beş unsura alamet olmak üzere ekseriya amudi kırmızı, mavi, sarı, kara, ak çizgilerle boyamışlardı.

      Yemekten önce hepimiz kasabanın etrafını gezmeye çıktık. Aman Allah’ım! Ne bir ağaç ne yeşil bir ot! Hiç, hiçbir şey yok. Ufuklara doğru uzanan kumlu, çorak bir çöl… Geçmiş günlerin matemini, inler gibi devamlı esen bir kuzey rüzgârı her dakika kirli sarı tozları savuruyor. Kasabanın içi de ne kadar acıklı ve iğrendirici idi. Burada kalbi, izzetinefsi olan bir fert yok mu idi? Sokakların ortalarına çöpler ve hayvan leşleri yayılmış, etrafında sürü sürü köpekler dolaşıyor.

      Kılavuzumuz bizi şehrin diğer kapısına götürdü. Ne görelim? Altı üstüne dönmüş bir mezarlık… Şurada yığın yığın insan kemikleri… Biraz ötede kurtlardan, köpeklerden artık çürümüş, şişmiş ölüler!

      “Terrem Tete!” diye Macarca bir küfür savurdu ve Gönül Hanım’ı çekti, kaçtılar. Meğer Buda mezhebince cenazelerin gömülmesi harammış. Hatta bazen sofu Budistler, Azrail’in kulübelerinin etrafında dolaşmasını önlemek için, ümitsiz can çekişen aile fertlerini sokağın bir köşesine bırakırlarmış. Hastanın son nefesini bekleyen köpekler, ölüme hazır bedbahtın etrafını alır ve onda hayat eseri kalmayınca birbirini itip çiğneyerek ölü üstüne atılırlar ve cesedi parçalarlarmış… O zaman buralarda köpeklerin ne mühim vazife gördüklerini anladık. Esasen hiçbir yerde bu kadar semiz, bu kadar gururlu köpekler görülmemiştir. Buradan daha kirli bir şehir, buranın insanlarından daha miskin ve pis mahluklar tasavvur edilemez: Köpeklerin insanlara hâkim olduğu bir ülke. Burunlarımızı tıkadık, gözlerimizi yumduk. Dönerken Bahadır Bey dedi ki:

      “Bu hareketsizlik, cansızlık, arzusuzluk, pislik bütün bu çaresizlerin mensup oldukları uğursuz mezhebin gerektirdiği hususlar. Budizm, şu cihanın vaktiyle en canlı, en arzu dolu Moğollarını böylece birkaç yüzyıl içinde en tembel ve en alçak bir hayvan derecesine indirmiş.”

      “Evet.” dedim. “En medeni insanlardan, en vahşi beşeriyete kadar her kavmin, düşüncesine, yaşayışına, mensup olduğu dinin tesiri inkâr edilemez; inanışın yanında, cinsiyet ve milliyetin yeri ikinci derecede kalıyor.

      Dinin, maneviyatın saf ve cahil insanlar üzerindeki tesiri bazen feyiz verici fakat çok kere kahredici oluyor. Herhangi bir dinin siyah ve kanlı perdesi ancak ilim ve irfan ile açılıyor ve gerçek yönü ilim ve irfan ile aydınlığa kavuşuyor.”

      Taştan mabetler ve kerpiç ile yapılmış kulübeden başka, diğer meskenler keçe çadırlardan ibaretti. Bu toparlak ve tavanları mahrut şeklinde çergelere Kırgızlar “Yurd” ve Moğollar “Kir” diyorlar. Çadırların etrafı çam bölmelerinden tahta darabalar ile ayrılmıştı. Bu suretle kasabanın gösterdiği acı manzarayı ancak yer yer rastlanan tapınakların altın kubbeleri değiştiriyordu. Bunların en önemlisi “Maydari” tapınağı idi. Urga’nın ahalisi “Kalka” denilen Moğollardan mürekkeptir. Bunlar sarı ile kırmızı arası kiremit renkli, iri elmacık kemikli, yassı yüzlü idiler.

      Bu bela mekânının gündüzünü gördüğüm için gecesinin hayalinden irkilmeye başladım. Gece katı ve zifiri bir karanlığın altında bütün bu pis ve iğrenç köpeklerin hükmüne bırakılıveriyor ve hırlaşmalar, havlamalar, ulumalar sabaha kadar büyük bir gösteriş ve gürültü ile devam ediyordu.

16 Mayıs

      Akşam