Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Gönül Hanım


Скачать книгу

katar Baykal Gölü’nün batı kıyısını dolaşıyordu. Kultuk, Bolscherjé şehirlerini geçerek bir gün sonra da demir yolu seyahati Udinsk’te sona erecekti. Bu tren yolculuğu harp sonucu doğan gecikmelerle on gün sürmüştü. Güneye doğru indikçe vagonlar göğe yükselmiş çam ormanları arasından geçiyor ve bazen gölün bataklık kıyısını takip ediyordu. Dört kişi oldukları için aralarına yabancı girmemiş ve hatta kondüktöre bahşiş verilerek Gönül Hanım’ın yanlarındaki kompartımanda, geceleri yalnızca istirahat etmesi de sağlanmıştı. Gerek Tolun’un ve gerek Kont’un iyi Rusça telaffuz etmemesine rağmen, yolda bir güçlükle karşılaşmamıştı.

      Martın birinci günü Udinsk’e vardılar. On günlük seyahat kendilerini yorduğu için hem biraz dinlenmek hem de evvelce buradaki acentelerine gönderdikleri levazım sandıklarını muayene etmek üzere birkaç günlüğüne bir otele indiler. Ertesi gün Gönül Hanım yol arkadaşlarına, odasında bir çay ziyafeti verdi. Aynanın önünde Tolun’un verdiği üç kartpostal duruyordu. Kaplanoğlu, Rumeli Hisarı ve çevresini gösteren resimlere derin derin baktı:

      “Ne muazzam bir güzellik, burası bütün Ural-Altay kavimlerinin manevi payitahtı olmalıdır, medeniyet merkezi olmalıdır. Bütün Slav milletlerinin kıblesi Petersburg, İngilizce konuşanların mihrabı Londra olduğu gibi… Boğaziçi’nin iki kıyısında kurulacak birkaç üniversitede, Asya’daki Türk kavimlerinin irfana susamış gençlerini doyuracak birer ilim kaynağı mevcut olsa…”

      Budapeşte’nin bu arada unutulduğundan canı sıkılan Kont Zichy, şaka yollu dedi ki:

      “Demek Türkler bütün Asya’yı istila etmek istiyorlar. Bu tasavvuru, gerçekleşmesi pek çok zaman isteyen bir hayal sayarım.”

      Mehmet Tolun ihtisasıyla ilgili bu itiraza hemen cevap verdi:

      “Türklerin ittihadı, İslamların ittihadı gibi, Avrupalıların, bilhassa Avrupa’daki düşmanlarımızın bize yönelttikleri iftiralardır. Türkiye’de hiç, ama hiç kimse yoktur ki Asya’yı, Rusya’yı istilayı hatırından geçirsin. Türkler Asya’dan evvel, Türkiye’yi fethetmelidirler. Yurdumda hâli, şanı bilinmeyen, el değmemiş, unutulmuş öyle yerler, bölgeler var ki saysam hayret edersiniz. Bence Türk Birliği, hatta İslam Birliği demek Türk kültürünün, İslam ilminin birliği demektir. Daha umumi bir deyişle Türklerin aydınlanması, medeniyet yolunda ilerlemesi demektir. Biz yabancı ülkeler fethetmek değil, yerli üniversiteler açmak istiyoruz. O suretle ki Berlin’de, Viyana’da, Zürih’te, Hollanda’da Niebelungen efsaneleri ne tesir bırakıyorsa, Ergenekon, Alparslan masalları da Tebriz’de, Bakü’de, Kazan’da, Budapeşte’de, Türkistan’da, Sibirya’da o tesiri yapmalıdır. Bunun için Almanya Avusturya’yı, Doğu İsviçre’yi istila etmedi ve bu ülkeler hakkında da hiçbir hırs beslemedi. Amerika ve İngiltere aynı kültüre sahip oldukları hâlde birbirlerini mahva çalışmıyorlar. Türklerin milliyetperver bir zümresi istiyor ki, medeniyet âleminde nasıl bir Latin medeniyeti, bir Anglo-Sakson terbiyesi varsa, bu medeniyet ve terbiye nasıl cihanda bir refah amili olmuşsa, bir Türk medeniyeti, Türk kültürü de er ve geç Doğu’da, o suretle bir terakki vasıtası olsun. Bu gayeye bizi ulaştıracak Savunma Bakanlığımız değil Millî Eğitim Bakanlığımızdır… Bu sade ve tabii mefkurede nasıl ve ne gibi istila fikri buldunuz? Anlayamam Kont! Dikkat ettinizse Ali Bahadır Bey, İstanbul, Ural-Altay kavimlerinin idare merkezi olmalıdır, demedi. Medeniyet merkezi, manevi başkenti olmalıdır, dedi.”

      “O hâlde, itirafınıza göre, mademki memleketinizde daha bilinmeyen, bırakılmış bölgeler varmış, önce onları keşf ve imar etmek Asya’dan öğrenci davet eylemekten daha lüzumlu ve önemli değil mi? Asya’daki ırktaşlarımızı aydınlatmak istiyorsanız, hatırınıza İstanbul’dan daha çok imar görmüş, daha yükselmiş, aynı millî men-şeye mensup bir ahalinin bulunduğu bir diğer başkent gelmiyor mu?”

      Gönül Hanım gülerek atıldı:

      “Budapeşte demek istiyorsunuz değil mi Kont?”

      “Evet…”

      Bu tatlı kız Kont’un önüne birkaç gevrek ile murabba kasesini sürerken karşısındakinin yüzüne manalı manalı baktı ve:

      “Müsaadenizle buna da ben cevap vereyim, Kont!” dedi ve ilave etti:

      “Macarları Şark’tan ayıran tam on asırdır. Sizde bugün Şark kültür ve medeniyetinden zerre kalmamıştır. Hristiyanlıktan sonra evvela Latin medeniyeti, sonra Alman kültürü arasında kaldınız. Latin, Cermen, Slav dalgaları arasında tarihinizi, geleneklerinizi, dilinizi ve hatta ecdadınızı unuttunuz.

      Bugün miladi on dördüncü yüzyıla ait Macarcada bir mısraya, bir mesele, bir masala malik değilsiniz. Dilinizdeki sözcüklerin yüzde yetmişinden fazlası Latin, Cermen, Slav kelimelerinden müteşekkildir. Ancak, yüzde on beşi Altaîdir, onlar da asılları anlaşılmayacak derecede tahrif ve tahrip olunmuş lafızlardır. Mesela Macarca ‘ayna’ demek olan ‘tükör’ün ‘görmek’ menşeinden geldiğini bilmek için ya keramete sahip veya ilm-i iştikaka aşina olmak lazımdır. Bu iki faziletin erbabı da, maatteessüf, pek nadirdir. Bereket versin Macaristan’da bir buçuk asır kalan Osmanlı Türklerine ki, o zamana kadar, size cebren kullandırılan Latince, Almanca yerine kendi dilinizi iade ettiler. Eğer onlar memleketinize muvakkaten malik olmamış olsaydılar, bugün, on milyonu geçen halis Macarlar dilleriyle, ruhlarıyla tamamen Alman olmuşlardı. Bu olmaz bir şey değildi. Altay kavimlerinin ‘âbâ-i beşer’ olduğuna kani değilseniz, Rusların, en azından, yüzde ellisi ile aynı babanın evladı olduğumuza şüpheniz yoktur ya. Onlar nasıl Slavlaşmış iseler siz de o suretle Cermenleşecektiniz. İşte, bu cihetlerle, Peşte’nin Ural-Altaylı nesillere, hüviyetini, lisanını öğretecek bir mevkide bulunmadığına hak verirsiniz, sanırım.”

      Ali Bahadır Bey, köşesinden kımıldamadan, söze karıştı:

      “Mamafih Macar başkentinin, bunun için esasen gayet mühim olan mevkini tamamen kaybetmesi gerekmez. İstanbul’da dinini, dilini, tarihini öğrenen bir Türk’ün, bir Tatar’ın Macaristan’ın ziraat, sanayi vesair ihtisasa ait yüksek okullarına devamına hiç mâni yoktur. Peşte de bu suretle ırkdaşlarına karşı vazifesini ifa etmiş olur.”

      Bahadır Bey uzlaştırıcı nutkunu bitirmeden Gönül Hanım, yerinden fırladı:

      “Bana kalırsa, mademki, medeniyetin kemal vasıtalarını, terak-kiyatını ihtiva eder bir Türkiye, bir İstanbul farz ediyoruz, o hâlde halis Macar gençlerinin dahi Türkiye’ye gelip Türkçe tahsil etmelerine bir mâni kalmaz. Bundan hasıl olacak menfaat ikidir: Evvela her iki kavmin mukaddes ateş sahiplerinin, el ele, Asya’yı aydınlatmaya -fakat hiçbir siyasi fikre kapılmadan- gidebilmeleri ihtimalinin vücut bulması; ikincisi her iki kavim arasında sınai ve ticari münasebetlerin artması…”

      Tolun Bey sedire yaslanmış, sigarasının rehavetkârane külünü dökerken:

      “Tam Şarklılar gibi hülya ile vakit geçirirken asıl meseleyi unutuyorduk. Hani, bugün arabaları ve kılavuzu ayarlayacaktık?” dedi. Bunun üzerine hep birden kalktılar. Gönül Hanım’ı bazı eşyaların tamiri ve tertibi için otelde bırakarak çıktılar.

      Bir gün sonra sabahleyin hazırlanan troykalara7 binerek ve eşyayı hayvanlara yükleterek güneye doğru, Selenga Nehri vadisini takip ederek yola revan oldular. Arbunovk şehrinde bir gece istirahat ettiler. Diğer ufak kasabalarda araba, hayvan değiştirdiler. Yollar yüksek çam ağaçları arasında hem latif hem yek ahenkti. Selenginsk’e vardıkları zaman bu sıkıntılı ve tatsız kasabada karşılaştıkları tufana benzer bir yağmurdan ötürü tam beş gün kaldılar.

      Bu suretle Udinsk’ten Kâhta’ya kadar 250 kilometrelik mesafeyi tam on beş günde katettiler. Araba yolculuğunda