Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Gönül Hanım


Скачать книгу

eder. Çin Seddi, Hiungnu Türklerinin akınlarına mâni olmak için Çin imparatorları tarafından yaptırılmışsa da bu suni dağlar onların azmine engel olamamış; Türkler, milattan önce 210 yılından 54 yılına kadar bu taş ve demir püsküren setleri aştılar ve Çinlilerin başlarına bindiler. Nihayet milyonlarca Çinli toplandı. Ümitsiz bir hücum girişiminde bulundu. Bunların hükûmetlerini dağıttı. Hükûmetsiz kalan Türkler bir müddet Gobi Çölü’nde hiddet ve intikam arzularıyla dolaştıktan sonra ikiye ayrılıp Yunanlılar ve İranlılarca Eftalit (Abnalit) denilen ve Araplar tarafından Haytal ve Hayatıla adı verilen Ak Hunlar, Hazar Denizi’nin doğusunda eskiden Oxus (Öküz) denilen Amuderya Nehri kenarlarına yerleştiler. Eski tarihçilerce Kidarid adı verilen diğer kol, Ural Dağları’nı aşarak Avrupa’ya, Rusya’ya, Balkanlar’a, hatta Macaristan ve Atilla kumandanlığında Cermanya, İskandinavya ve Fransa’ya kadar sarktı.”

      Bahadır Bey, acı bir üzüntü ile yanan gözlerini açtı ve elindeki kitabı kapadı:

      “Yazık ki, atalarımızın, millî namusumuzun beşiği olan ilk yurtlarımıza şimdiye değin ne Türklerden ne Tatarlardan ilmî bir heyet gidememiştir.

      Varlığından haberdar bile olmadığımız tarihimize ait yadigârlardan Orhun, Turfan abidelerinden, yazıtlarından, belgelerinden ırkımızın en yaman düşmanları olan Rus seyyahları sayesinde bilgi alabildik.

      ‘Radloff’ gibi Ruslaşmış Almanlar, ‘Thomsen’ gibi Danimarkalılar eski medeniyetimizin, Kuzey Çin çölleri ortalarında kalan belirtilerini buldular. Bu manevi hazinelerin esrarını açtılar ve bizlere, atalarımızın bu gafil torunlarına, millî gururlar kazandırdılar. Biz bu şerefe layık mıyız?”

      Gönül Hanım kardeşinin samimi teessürlerini takdir ederek şunları ekledi:

      “Mümkün değildir ki bir ‘Radloff’ta, bir ‘Le Coq’da bir Tatar’ın, bir Türk’ün heyecanı, duygusu bulunsun. Bunlar olmayınca bu tarihî gerçeklerin mühim bir kısmı daha keşfolunmamıştır, sanırım.”

      Ali Bahadır Bey:

      “Yazık ki, tarihî keşifler hisle, heyecanla değil, ilim ile gerçekleşir.” dedi.

      “İlim de uğraşmakla elde edilir. Ne kadar geçse de çalışabiliriz.”

      Güzel Tatar kızı, badem gözlerini süzdü, sonra:

      “Çalışabiliriz, bir laftır. Hemen çalışmalıyız. Kader sizi Çin Türkistan’ı yakın getirmiş, Tolun Bey! Atlayıveriniz, oralara gidiniz, araştırmalar yapınız.”

      “Ben esirim, bağlıyım.”

      “Biz yardım eder, bağınızı çözebiliriz. Hatta, kardeşimle ben de belki beraber geliriz. Değil mi Ali?”

      Kaplanoğlu biraz düşündü:

      “Niçin olmasın? Herhâlde şerefli ve tarihî bir teşebbüs… Bu konuda konuşulabilir.” dedi. Tolun, ilave etti:

      “Buraları bilmediğim için bir arkadaş bulsam, ölümü göze alır, kaçar, Orhun Vadisi’ni; Karakorum, Karabalgasun, Koşu Çaydam harabelerini, bu Moğolların, Uygurların ve Türklerin üç eski başkentini, Kâbe’yi tavaf eder gibi ziyaret ederdim. Dönüş için Allah büyüktür ve yardımcıdır. Elbette o zamana kadar harp biter.”

      Tolun’un bu sözleri kız kardeşle erkek kardeşe yeni bir macera ufku açtı. Gönül Hanım’ın dudakları ve kalbi çarpıyor, kardeşinin yüzüne bakıyordu. Ali’nin ve Gönül’ün bu gizli heyecanlarını sezen subay, Le Coq’un eserinden bir harita açtı.

      “İşte Baykal! İşte hudut ve Kâhta! İşte Orhun Nehri!” diyordu.

      Bahadır Bey; Tolun’un harita karşısındaki coşkun davranışlarının, fazla konuşmasının etraftakilerin dikkatini çekeceğinden korktu. Casus tehlikesi korkusuyla diğer masalara göz gezdirdi. Bir tedbir düşünerek:

      “Kitapları burada garsona bırakın. Yağmur dindi. Belediye parkına çıkalım, konuşalım.” dedi.

      Ormanda bir tahta kanepeye oturdular. Karar verilmişti. Tolun Bey, bu ilk Türk tarihî ve ilmî seyahatine: “Gönül Hanım Sefer Heyeti” adı verilmesini teklif etti. Çünkü bu hususta ilk fikri bu aydın kadın vermişti.

      Bahadır, iltimas veya rüşvet ile bir çaresini bulacak, Tolun’un her hafta, belki daha sık karargâhtan çıkması için izin alacak ve bu suretle seyahat hazırlıklarına başlanacaktı.

      Bahadır Kaplanoğlu’nun babası Selim Bey’in, üç kereste biçki atölyesi, bir de galoş fabrikası vardı. Oğlu Bahadır da üniversiteden çıktıktan sonra deri ticaretiyle meşgul olmaya başlamış ve hayvan derilerinin terbiye edildiği iki tabakhane3 açmayı başarmıştı. Kaplanoğulları Sibirya’nın zengin ailelerinden sayılırlardı…

      Tolun, karargâha dönmüş, okumaya dalmıştı. Artık kimse ile görüşmüyor, kulübe gitmiyor; yalnız bazen jimnastik yapanlara katılıyor, atlıyor, koşuyor, kuvvet taşı4 atıyordu. Bir akşam yanına esaret arkadaşlarından ve Macar yedek teğmenlerinden Kont Béla Zichy gelmişti. Konuşma, Türklerle Macarların soy birliklerine, aynı kandan olduklarına gelmişti. Kont bu kardeşlik hakkında ateşli izahat verdi. Vaktiyle Macarların menşeini aramak için Kont Béla Szécsenyi5 ve Üjfalvy’nin ve kendi ailesinden Kont Ödön Zichy’nin başkanlıklarında muhtelif tarihlerde Asya’ya giden ilim heyetlerinin araştırma neticelerini anlattı. Ve son olarak:

      “Bugün kaçabilsem ve sizin gibi bir yoldaş bulsam, fırsattan faydalanarak oralarda seyahat için her türlü fedakârlığa hazırım.” dedi.

      Tolun, önce sakınarak sonra da samimiyetle bütün hazırlığı ona açtı. Kontun asaletinden, namusundan, metanetinden emindi. Bu genç Macar subayı zaten civanmertliği, sergüzeştçiliği ve nezaketiyle kendisini herkese, hatta, Rus muhafız subaylarına da sevdirmişti. Turanî milletlerin büyüklüğüne has olan vakar ve kalp yüksekliği bu zatın her hâlinde açıkça görülüyordu. İnce, asil ve kibar davranışlarına eklenen cömertliği herkesi etkilerdi, kendisine saygı duyarlardı. Para ve hediye kuvvetiyle istediği zaman da şehre çıkar, gezerdi. Böylece seyahat heyetinin sayısı dörde çıkmıştı ve yeterdi.

      Şimdi haftada bir, Gönül Hanım, Bahadır, Kont ve Tolun bazen bir lokantada, bazen Bahadır’ın konağında toplanıyorlar ve seyahat hazırlıklarını görüşüyor, düzenliyorlardı.

      Bu tehlikeli yolculukta yirmi dört yaşında bir kızın da kendileriyle beraber bulunmasından dolayı Kont’un seyahat hakkındaki hevesi her gün artıyordu. Gönül’ün iri gözlerinin parlak yeşil rengi, kumral uzun saçları, pembe beyaz yüzünde ince yay gibi eğri kaşları, bir kadın için ender olan toparlak alnı, çok sade ve kibar giyinişi, ağır, vakur ve bilgili bir hanım olmasına rağmen, bazen bir çocuk gibi saf, neşeli cana yakın oluverişi kendisiyle görüşenlerin kalbinde mutlaka bir iz bırakırdı. Kendi ana dilinden ve Rusçadan başka gayet güzel Fransızca bilir, Almanca da anlar ve konuşurdu. Okuduğu kitapların güzel ifade tarzını taklit ederek görüşmeye özenirdi. Altı yıl kadar piyano ve resim dersleri aldığını kardeşi söylemişti. Bir iki sulu boya tablosu, bir parça resim yapan Tolun’un ve hatta Kont Zichy’nin bile ilgisini çekmişti. Gariptir ki yirmi altı yıla varan ömrü boyunca hiçbir ciddi işle uğraşmadığını itiraf eden Kont’u bu seyahat hevesi belki diğer arkadaşlarından çok ilgilendirmeye başlamıştı.

      Çin Türkistan’ı, Ural-Altay milletlerine, dillerine ve tarihlerine dair ne kadar eser yazılmışsa okuyor, haritalar çiziyor, planlar tertip ediyordu. Macarca yazılmış bazı faydalı eserleri getirtmeye muvaffak olamadığına kızıyordu. Elde edilen